17/08/2024
ORTADOĞU'NUN AÇMAZI VE KÜRTLER
HÜNKAR DOĞAN yazdı
Bundan beş bin yıl önce, düzenli tarıma ilk geçiş ve ilk kentlerin kuruluşu da yine burada Ortadoğu'da gerçekleşti. Tarımın sağladığı zenginlikle ve bollukla birlikte, tarım sayesinde ilk kez düzenli artı ürün burada ortaya çıktığından tesadüfi artıkların şölenleri yerine, dönemsel ve düzenli kutlamalar olan bayramlar ve tatil günleri ilk kez burada doğdu. Tanrı altı günde evreni yarattıktan sonra yedinci günde dinlenmeyi ilk kez burada akıl etti. Doğanın bahardaki uyanışı burada bayramlaştırıldı. Kıtlık ekonomisindeki çocuk kurbanlarından hayvancılığın bolluk ekonomisine uygun hayvan kurban etmeye ilk kez burada geçildi ve bu devrimler ilk kez burada bayramlaştırılarak insanlığın hafızasına kazındı.
Ama tarım ekonomisine geçiş insanlığı sadece kıtlıktan kurtarmakla kalmadı, bunun bir de kefareti oldu: bu aynı zamanda uygarlığın yani sınıfların, paranın, devletin, yazının da ortaya çıkması demekti. Yazı, yani bilgi ağacının meyvesi, yani uygarlığa geçiş aynı zamanda masumiyetin yitirilişi, Cennet’ten kovulma idi. İnsanoğlu Cennet’ten kovulup, yeryüzü Cehennem’ine burada, Ortadoğu'da düştü. Yine burada Habil ve Kabil adlı kardeşler arasındaki ilk cinayetin bir tarlada işlenmesi bir rastlantı değildir
Tarımla birlikte ilk kez şehirler, yazı, rahipler, ticaret, para, tüccarlar, sınıflar, devlet, ordular, siyaset, yani özetle uygarlık da ilk kez bu topraklarda ortaya çıktı.
Bu gün Avrupa’nın, Avrupa Uygarlığının temeli olarak kendine mal etmeye çalıştığı Klasik Yunan Felsefesi bu toprakların ürünü ve zirvelerinden biridir.
Avrupa’da doğan kapitalizmle birlikte tüm dünyaya yayılan, Orta Doğu ve Akdeniz uygarlık alanının üç büyük tek tanrılı dini, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam bu topraklarda doğdu ve gelişti. Hz.İbrahim ve Hz.Muhammet bu topraklarda kervancılık yapıyor, bu toprakların binlerce yıllık geleneklerinden süzdükleriyle peygamberleşiyorlardı. Roma’nın evrensel boyutlarının yansısı ilk evrensel din, Hz. İsa aracılığıyla bu topraklarda doğuyordu. Dicle, Fırat ve Nil nehir boylarında doğan uygarlık, binlerce yıl boyunca, tıpkı su yüzündeki bir yağ damlası gibi yavaş yavaş yayıldı. Tüm Akdeniz’in Doğusu, Afrika’nın kuzeyi ve Avrupa’nın Güneyini kapladı.
Fakat bölge bugün, bu göz kamaştırıcı geçmişiyle tam bir zıtlık içinde yoksulluk, gerilik, çatışmalar ve perspektifsizlik içindedir. Doğanın ona bahşettiği petrol ve su gibi zenginlikler onun en büyük felaketi olmuştur. Ama sadece doğa tarihinin ona bahşettikleri değil, insanlık tarihinin ona bahşettiği zenginlikler de, yani binlerce yıllık kökleri olan kültürler, diller, dinler de, yani bizzat kendi tarihi de onun bir felaketi olmuştur.
Bölge, sadece maddi zenginliklerinin soyulması karşısında değil, tarihinin çalınması karşısında bile tarihini savunamaz durumdadır. Bu zengin tarih uluslar tarafından yağma edilmektedir. Bu toprakların çocuğu olan Hıristiyanlık, bu toprakların binlerce yılık tecrübe ve bilgi birikiminin bir sentezi olan “Klasik Yunan Felsefesi”, bilimi ve sanatı, Batı ve yeni yaratılan Avrupa Ulusu tarafından Avrupalılığın bir bileşeni olarak bölgenin tarihinden ve bilincinden çalınmaktadır.
Orta Doğu’nun tarihi uluslar ve ulusçular tarafından çalınmakta, kendilerini dine, dile, etniye göre tanımlayan ulusların mülkiyetine geçirilmektedir. Hz. İbrahim ve Hz. Musa Siyonist ulusçularca; Hz. Muhammet Arap ulusçularınca; Hz.İsa Avrupa ve başka Hıristiyan nüfuslu ulusçularca çalınmıştır. İyonyalı ya da Atinalı veya Egeli Filozoflar Yunan ulusunun mülkiyetine geçirilmiştir. Saddam Nabukadnezar’ın Irak; Türkler Sümer ve Hitit ve Osmanlıların Türk; Mısırdaki yöneticiler Neferetit ya da Ramses’in Mısır ulusundan olduğuna yemin etmektedirler.
Bölge, kendi tarihini mülkiyetine geçiren bu gerici ulusçulukları ve ulusları mülksüzleştirmeden, kendi tarihiyle barışmadan; Hz.Muhammet’i Arapların, Hz. Musa ve Hz. İbrahim’i İsrailli Siyonistlerin; Hz. İsa’yı Avrupalıların; Sokrat, Aristo, Arşimet veya Sofokles’i Greklerin ve Avrupalıların; Nabukadnezar’ı Saddam veya Iraklıların; Sümerleri, Hititleri, Osmanlı’yı ya da Köroğlu’nu Türklerin mülkiyetinden kurtarmadan tekrar tarihine uygun bir kimliğe kavuşamaz.
Bu gün, tüm Orta Doğu, “Verimli Hilal” de denen bölge, tarihindeki en büyük yol ayrımlarından biriyle karşı karşıya bulunmaktadır. Bölge, ya “etnilerin”, “dinlerin”,“kültürlerin”, “ulusların” birbirini boğazladığı bir mezbahaya dönecektir; ya da bu “etniler”, “dinler”, “kültürler”, “uluslar” yepyeni bir atılım için bir birikim ve zenginlik; bölgeyi yüzlerce yıldır çektiği acılardan kurtaran bir zemberek olacaktır.
Ortadoğu nasıl oldu da maddi ve manevi zenginliklerinin böyle soyulması karşısında suskun ve çaresiz kaldı ve bu soyguna suç ortağı oldu?
Bu sorunun tek cevabı, onun tarihini yağma eden, yirminci yüzyılın kabusu olan uluslar ve ulusçuluktadır.
Ulusların birbirini boğazlamasına ve her dil, din veya etninin bir ulusal devlet oluşturmasına karşılık düşen “Balkanlaşma” kavramının bu bölgedeki bir yarımadanın adını taşıması rastlantı değildir. Din, dil ve aşiretlerin birbirleriyle çatıştığı kaos ortamlarını tanımlamakta kullanılan “Lübnanlaşma”nın da yine dünün bu uygarlık beşiğinden bir bölgenin adını taşıması da rastlantı değildir.
Ve bugün zaten yüzyılın başında Balkanlaşmış Orta Doğu, yeniden bir Balkanlaşma ve Lübnanlaşma felaketine doğru dolu dizgin yol alıyor. Bu gidişi tersine çevirmenin tek yolu, bölgeyi böyle “Balkanlaşma” ve “Lübnanlaşma” felaketlerine sürükleyen tarihsel mekanizmayı anlamaktan geçer.
Bu tarihsel mekanizmanın anahtarı; uluslar, ulusçuluk ve ulusçulardır.
Kökeni Ortadoğu olan, Yahudilik inancının kast sitmine bir tepki olarak doğan Hristiyanlık inancı, gerek Yahudilik gerekse pagan inançlarını benimseyen toplumlar ve devletler tarafından uzun yıllar boyunca zulme uğradıktan sonra Roma imparatorluğunun resmi inancı olarak benimsemesiden sonra devlet resmi ideolojisine dönüşüp yayılmış, bölgedeki siyasi güçlerden daha güçlü, toplumların sosyal siyasal ilişkilerine etki eden düzenleyen bir üst yapıya dönüşmüş ve Avrupa tarihinde nerdeyse bin yıllık sürecin karşılığı olan ortaçağa kiliseler çağı olarak damgasını vurmuştur.
16. Yüzyıldan itibaren başlayan reform hareketleri 17. Yüzyılda başlayan aydınlanma ve özelikle 18. Yüzyıl sonlarında ve 19. Yüzyıl başlarında sanayi alanındaki gelişmeler daha çok, kilisenin etkisinin fazla sinmediği kuzey ve iç kesimlerde ve genelde Protestan nüfusunun yoğun olduğu Avrupa böğlerinde kilisenin baskıcı totaliter yönetimine bir karşıdevrim niteliğinde başlayıp ulusal hareketlere dönüşüp burjuva sınıfının yönetiminde ulusal devletler kurulmaya başlamıştır. Kısaca kilise ile özdeşleşmiş, kilisenin yönetimindeki krallıklardan aklın öncülüğünde rasyonel demokratik ( yani herhangi bir dine, dile ve etniğe dayanmayan yurttaşlık bağı ile bağlı olan) ulus devletler kurmuşlardır.
Bu demokratik ulus devletler başlangıçta herhangi bir dine, dile ve etniğe dayanmayan kanun önünde her insanı, dini, etniği ve dili eşit gören ulusal hareketler iken 20. Yüzyılın başında tekrar karşıdevrime uğrayıp başlangıçtaki sahip olduğu toprak parçasına dayanan demokratik ulusal devletler dine, dile ve etniğe dayalı gerici ulus devletlere dönüşmüştür. Bunun en güzel örneği Hi**er Almanya’sıdır. Bu gerici ulusçuluk 2. Dünya savaşı ile insanlık tarihinin en büyük kıyımıyla ekonomik çöküşüyle sonuçlanmıştır. Bu tarihten sonra Avrupa kendi içlerinde, ulusun tanımından bütün dinsel, etniksel ve dilsel tanımları dışlayarak sorunun üstesinden gelmeyi başarabilmişlerdir.
Bu ulusal hareketlerden Osmanlı imparatorluğu da nasibini almış ilk isyanlar ve kopuşlar balkanlarda başlayıp 1. Dünya Savaşı'nda Araplar ve en son Ermeniler ayrılarak ulus devletlerini kurmuşlardı.
Osmanlı devletinin en son bakiyesi olan Türkler de ulusal bilinç, İttihat ve Terakki ile başlayıp daha sonra Türk burjuva, sınıfının, Müslüman gemen sınıfının ve ( Rum ve Ermeni burjuvasine karşı) Musevi ve Sabetaycıların da desteğini alan askeri bürokrasisinin yansıması olan Türk ulusçuluğu, Balkan ve Anadolu’nun Hıristiyan halklara dayanan ulusçuluğunun aksine, onlar gibi Osmanlı’nın egemenliğinden kurtuluşun bir aracı değil, Osmanlının egemen sınıfının egemenliği ve imtiyazlarını korumasının bir aracıydı.
Bu ulusçuluk Alman emperyalizminin Hint yolunu açmak ve Rusya’yı arkadan kuşatmak için geliştirdiği Panislamizm ve Pantürkizm ideolojilerinin de etkisiyle her zaman emperyal ve ırkçı bir karakter de taşıdı. Ama aynı zamanda bu ulusçuluk, Rum ve Ermeni burjuvazisi karşısında Müslüman ahaliden bir Türk ulusu yaratarak kendine dayanacağı bir kitle yaratma ihtiyacı içindeki Musevi ve Sabetaycı liman şehirleri burjuvazisinin de çıkarlarının da bir ifadesiydi. Türk ulusalcılığı Osmanlı devlet sınıfları ile Levant’ın Musevi burjuvazisinin çıkarlarının bu çakışmasını sembolize ediyordu. Böylece Müslüman Osmanlı devlet bürokrasisi ve liman şehirlerinin Yahudi ve Sabetaycı burjuvazisi, Türk ulusunu kendi suretinde yarattı. Ama kendisi, İslam zırhıyla zırhlandığı için dil ve din haricinde, bizzat Yunan ve Ermeni uygarlıklarının mirasını sürdüren Bizans tarafından kültürel olarak fetih edilmiş bir sınıftı.
Ama nasıl Balkan ulusçuluğu Türk ulusçuluğunu kendi örneğine göre yarattıysa; Türk ulusçuluğu da Kürt ulusçuluğunu tetikledi.
Kürt ulusçuluğu, Türk ulusculuğundan farkı bir dine, dile ya da etniğe dayalı bir ulusalcılık değil Kürdistan coğrafyası, Anadolu coğrafyası ya da Ortadoğu coğrafyası üzerinde yaşayan tüm halkaların birlikte eşit yurttaşlar olarak yaşayabileceği demokratik ya da ilerici bir cumhuriyet ulusçuluğudur. Yıllardan beri halkların kardeşliği söylemini kendine bayrak edinmesinin yegâne nedeni de budur.
Kısaca Kürt ulusçuluğu ne belirli bir dile, etniğe ve soya dayanıp diğer dil ve etnikten olan halkaları yok sayan, baskılayan gerici Türk ulusalcılığı ne de İran’da veya diğer şeriat devletlerinde görüldüğü gibi ulusu, İslam’ın belli bir yorumuna göre tanımlamasında kullanıp diğer dinlerin, mezheplerin ya da laiklerin üzerinde bir baskı kuran gerici dini ulusalcılık değildir.
Son duruşmada:
Avrupa'da burjuvazinin kiliseye karşı başlatmış olduğu reform ve aydınlanma hareketi neticesinde başlangıçta demokratik ulusçuluğu başlatmış olsa da sonra tekrar karşı devrime uğrayarak din, dil ve etniğe dayalı gerici ulusalcılığa dönüşmüş Avrupa kıtasını sosyoekonomik olarak çökertmesinden sonra Avrupalılar bu gerici ulusçuluğu Ortadoğu coğrafyasına ihraç etmiştir. Orta Doğu önce etniksel ve dilsel olarak adeta Balkanlaşarak bölünmüş yetmemiş bir de dinsel ve mezhepsel olarak adeta Lübnanlaşarak tekrar bölünmeye çalışılmaktadır. Ortadoğu'nun sürekli kanamasının yegane nedeni bu gerici ulusçuluktur. Yegane çözümü de demokratik ulusçuluk yani herhangi bir dine, dile, soya, ırka ya da mezhebe dayanmayan tüm inançları, mezhepleri, etkileri ve dilleri tanıyan yaşama hakkı veren eşit yurttaşlık hukukunu tanıyan, doğal sınırlara, coğrafyaya dayalı demokratik uluslar ya da cumhuriyetler inşa etmektir. Başka da bir çözümü de söz konusu değildir.
Bölgeyi önce Balkanlaştırarak sonra da Lübnanlaştırarak emperyalist ve şirketleşmiş devletlerin sömürüsü için savunmasız durumda olmasını kolaylaştıran ve bu gün Ortadoğu'da sahip olduğu bunca zengin kaynaklara rağmen bir araya gelememesinin yoksulluk içinde yaşamasının nedeni emperyalist devletlerin desteğini alan hatta bu devletlere ait şirketlerle birlikte iş tutan, kendi rejimlerini sürdürmek için kendi halkının dini ve milli duygularını sömüren, eğitimden, bilimden, bilgiden ve akıldan uzaklaştırıp kendi inancından, kanından olan diğer hakları düşmanlaştıran, iktidarını devam ettirmek, babadan oğula devam ettirmek için kendi halkını korkutup sindiren, hukuk tanımayan, inancı kendi çıkarlarına göre yorumlayan ve yorumlatan, tutarsız korkak bir avuç iktidar eltinin, devlet elit bürokrasisinin, askeri vesayet ve bürokrasisinin, ulema bürokrasisinin dine ya da etniğe ve dile dayalı gerici ulusçuluk anlayışını kendi toplumuna dayatması, dayatılmasına göz yumması, önayak olması ve işine gelmesidir.
HÜNKAR DOĞAN