Yenice Kitap

Yenice Kitap Hazırlanacak

Hoşça Kal Abla- Algül UmutluDeniz’lerin idam edildiği, Mahir Çayan ve arkadaşlarının vurulduğu yıllarda beş yaşındaydım....
31/10/2024

Hoşça Kal Abla- Algül Umutlu

Deniz’lerin idam edildiği, Mahir Çayan ve arkadaşlarının vurulduğu yıllarda beş yaşındaydım. İbrahim’in işkencede öldürüldüğünde altı yaşında. Ben büyüdükçe isimler değişse de ölümler çoğala çoğala ilerledi. Kimdi bunlar, ne istiyorlardı, niye öldürülmüşlerdi gencecik yaşlarında hiçbir fikrim yoktu.

Sonra 12 Eylül karabasanıyla tanıştım. Gözaltında kayıplar, işkence hanelerde, sokak ortasında, ev baskınlarında ölümler daha bir sıradanlaşmıştı. Çığlıklar ülkenin her bir yanını sararken ülkece cinnet hali yaşanıyordu. Yakalanların (!) izini bulmak aylar alıyordu. Şanslıysan bulduğunda “Ben iyiyim merak etmeyin” notuyla uzun bekleyişler başlıyordu.
“Oğlunuz intihar etti, kaçmaya çalışırken vuruldu, kendini beşinci kattan attı” gibi klasikleşmiş cümleleri duymamak için kulaklarını tıkıyordu aileler.
Emniyetteki işkence bitsin de mahkemeye çıkarılsın isteniyordu. Hüküm giyip hapishaneye gitmek bile bir kurtuluştu o koşullarda.

Anneler yüreklerine derin derin kanamalı çentikler atarak kazıdılar ölen evlatlarını. Onlarca, yüzlerce, binlerce genç; ya işkencelerde öldürüldü (idam edildi), ya hapishanelerde uzun yıllar eziyet edildi ya da yurt dışına sürgün edildi.

Biz gerilerden gelen sahipsiz kalmış bir kuşak olarak, o yıllara ait yaşanmışlıkları büyüklerden dinledik, kitaplardan, dergilerden okuduk. Aklımız yettiğince o günleri anlamlaştırmaya çalışıp durduk. Bunu ne kadar başardık bilmiyorum.

Sol gruplar içinde ismi öne çıkmış(Emniyet kayıtlarında işaretlenmiş) kişilere yakalandıktan sonra daha bir özenli(!) davranılıyordu ama işkence varsa dirençte vardı. Günlerce süren işkenceler sonrasında; işkenceciler tek kelime bilgi edinemeden pes ediyorlardı. İşkence hanelerde devrimciler kanlarıyla direnç tarihi yazıyorlardı.
İşte bunlardan bir de Hasan Hakkı Erdoğan’dı.
★ ★ ★
“Gule Sor(Kırmızı Gül)” şiirini ben Hasan Hakkı Erdoğan isminden önce duymuş ve ezberlemiştim. Bütün doğalıyla bir aşk şiiri gibi görünse de içinde; kavgayı, direnci, umudu, sevgiyi ve güzel günlere olan özlemi barındırıyordu.

“Dün gece yoldaydım /Arka koltukta kırk numarada/Dimdik uyuyamadım./Akıp giden arabanın seyrine uyan/Düşlerimi anlatmak istiyorum sana.../Geleceğin düşü ne kadar güzel / Ve ne kadar ince.”

Sonra bu şirin yazanı kim diye etrafa bakınırken göz göze geldik Hasan Hakkı Erdoğan’la. Okudukça kısa hayatını; kanamalı bir çeltik daha attım yüreğimin kabuk tutmuş eski yaralarımın üstüne.

“Toroslardan geçiyoruz / İnce Memedi düşünüyorum /Kel Abdi’yi, Memedin gün batmadan /Anafartaları aşan kanatlı atını / Hatçe’ye olan aşkını.../ Sonra /Sonra, sen geliyorsun aklıma /Seni düşünüyorum Gulasor!”
★ ★ ★
Hasan Hakkı Erdoğan hakkında bugüne kadar çok şey yazıldı, çizildi. Şimdi en yakınındaki kişi arkadaşı-yoldaşı Algül Umutlu tarafından kaleme alınan “Hoşça Kal Abla” isimli kitap geçmiş günleri tekrar hatırlatıyor bizlere. El Yayınları’ndan çıkmış kitap. 256 sayfa.

Anlatımlar fotoğraflarla desteklenmiş. O dönemlerde yaşamış, olaylara tanıklık etmiş birçok kişiden destek alınmış. Kolektif bir çalışma gibi dursa da asıl yük Algün Umutlu’da. Kitapta anlatılan her ayrıntı gerçek yaşanmışlıklardan süzülüp alınmış. Anlatım dilinin kolay anlaşılır ve sade olmasına özen gösterilmiş.

Bazen bir marşı yüksek sesle yüzünüz dağlara dönük haykırır gibi bazen balkonunuzda kırmızı bir güle dokunur gibi okuyacaksınız. Bazen de dilinizdeki asma kilidi kırıp içinizde sakladığınız bütün kötü cümleleri saçacaksınız etrafa…

Kendi içinde zaman geçişleri, anlatım şekli, seçilen cümlelerin tekrara düşmesi bu kitabın bir edebi çalışmadan ziyade; dönemsel bir anlatımla tarihe unutulmamak üzere not düşmek olduğunu hatırlatmak isterim.

Son söz olarak, o geçmiş kötü günlerin bir daha yaşanmaması, genç ölümlerin adaları tarihin karanlık sayfalarına kanla yazılmaması ve daha özgür, daha yaşanası bir dünya temennisiyle bu kitabın okunmasını-okutulmasını isteyerek bitirelim.

“Sana diyeceğim şu ki
Sen olmasan da, olur
Ama
Olmanı istiyorum Gulasor”
Hüseyin Demir
★ ★ ★

27/10/2024

Önsöz

Uzun yağmurlar nihayet dinmiş, yerini yoğun kar yağışı almıştı. Köy çamur içindeydi. Yaklaşan uzun kış günlerinin kime ne getireceğini kestirmek zordu. Ayakkabı ve pantolon(veya şalvar) paçalarını temizlemekten çoktan vazgeçmişti cümle ahali. Gaz lambasının ışığında akşamı kısa, gündüzleri uzun uzadıya mahsur kalınacak zamanlara hazırlanıyordu köylü.

Biz taşra doğumlu çocukların, yüzündeki serin gülümsemeyi yitirmeden sokaklardan kaçıp, kitaba sığındığı günler başlayacaktı. Dışarının soğuğu içerideki odun sobaların kızgın alevine çarpıp yok olurken, emanet alınmış kitaplarla zamana meydan okuyacaktık. Her kelimenin gölgesi umut olacak, ışık olacak küçücük dünyamızı aydınlatacaktı.

Uzak diyarlar; o yıllarda sadece haber saatlerinde açılan ve hep başkalarından bahseden radyoların cızırtılı sesinde, bir de okunan satırların aralarında saklıydı. Kitaplar o günlerde dünyadan daha büyük sihirli bir kutuydu.

Dağların tıpkı bir gelin gibi beyaza büründüğü, sokaklarda ince kar tanelerinin uçuştuğu ve rüzgârın damların üzerinde biriken geceden kalma donmuş karları yerinden oynadığı bir zamanda tanıştım ben de; Salpa’yla, İnce Memet’le, Kaşağı’yla, Yılanların Öcü’yle, Kuyucaklı Yusuf’la, Zübük’le…

Çocuk gözlerimizle masallar biriktirdik, belki bir gün çocukluğumuzun yağmurlu sabahlarına tekrar döneriz diye. Aradan yıllar geçti elimizde geç kalmış bir yaz yağmuruyla döndük durduk. Bazen tek satırlık şiir olduk yağdık, bazen sayfalar boyu roman; sıvası dökülmüş bir ülkeye ileride armağan etmek için.

Ama içimizdeki yangını söndürecek o son cümleyi bulamadık bir türlü. Belki de yazarla okurun birbirinden ayrılmamasının asıl nedeni de bu. Yazarın istediği gibi bir romanı yazamamış, okurun istediği gibi bir romanla karşılaşmamış olması. Biri yazarak kurtulmaya çalışıyor, diğeri okuyarak. Günahları ortak. O yüzden olsa gerek dünyada sadece körlerin gözleri temiz kalmış…

Farklı zamanlarda, farklı bölgelerde, tamamı gerçek yaşanmışlıklardan oluşan öyküleri yalnızlığımızı birazcık da olsa azaltmak adına kaleme aldım. 20 öyküden oluşan bu kitabın yol hikâyesi diğer kitaplarımdan oldukça farklı. Çünkü kısa öykülerden oluşan ve birbirinden bağımsız gibi görünen öyküleri bir araya getirip, şiir-roman tadında bir “Öyküler kitabı” yaratmak zor bir deneyim oldu. Titizlikle seçerken öyküleri, geride bıraktıklarımın bazıları küstü, bazılarına ‘bir dahaki sefere’ diye söz verdim, bazıları da anlayışla karşılayıp bir köşede sırasını beklemeyi seçti.

Bizim yöreden derlediğim üç (anı) öyküyü özellikle kitaba koydum. Bizim çocukluğumuza dokunan yaşanmışlıklardı bunlar.

Unutulmasın, bir şekilde hatırlanıp kalıcı olsun istedim. Sözdü uçardı, tekrarlanmazsa. Yazı bu konuda daha bir vefalı.

İsmi tek bir öykü yokken konulmuş bu kitabın sayfalarını araladığınızda, kelimeler tarafından kuşatılmış farklı farklı öykülerle göz göze geleceksiniz. Yazılı metinlerin öykü olduğuna bakmayın, aslında her bir sayfa takvim yapraklarından kopup gelmiş şiir mısralarıdır. Çünkü şiir dilin özüdür, kokusudur, lezzetidir, musikisidir. Şiir bir saç örgüsüdür, bir telinde kalbiniz çarpar, bir telinde aklınız, bir telinde bedeniniz. Bu kitaptaki öykülerin de bu bağlamda uzun uzun şiir mısralarıyla yazılmış öyküler olduğunu düşünüyorum.

Son olarak bu kitabın oluşmasında; yaşanmışlıklarıyla, anlatımlarıyla, teşvikleriyle, ısrarlarıyla destek veren tüm dostlara sonsuz teşekkürlerimi iletiyorum.

Derin zaman sularıyla kucaklaşarak okyanuslara doğru yol alan; aşkı, şarabı, dostluğu, kardeşliği ve okumayı seven tüm dostlara selam olsun.

İnsanın sizin gibi; bazen hiç tanışmadan saatlerce vakit geçirebileceği bir dostunun olması ne güzel.

Yüzünüz ne tarafa dönükse orası hep güzel gözüksün. Sevgilerimle…
Hüseyin Demir

Naçizane editörlüğünü yaptığım "Yasak Edilmiş Topraklar" kitabı Kitap Müptelası Yayınları tarafından çıkarıldı. yazarı '...
20/10/2024

Naçizane editörlüğünü yaptığım "Yasak Edilmiş Topraklar" kitabı
Kitap Müptelası Yayınları tarafından çıkarıldı. yazarı 'İdris Aldi'ı kutluyorum. Yeni kitabının yolu açık, okuru bol olsun.

GAR MEYDANIO uğursuz gün bombaların patladığında ilk aklıma gelen kişi Orhan(Bayram) ağabey olmuştu. Çünkü biliyordum o ...
10/10/2024

GAR MEYDANI

O uğursuz gün bombaların patladığında ilk aklıma gelen kişi Orhan(Bayram) ağabey olmuştu. Çünkü biliyordum o mutlaka giderdi. Aradım. Telaşlı bir şekilde açtı telefonu. Sesini duyunca rahatlamıştım. Patlamanın büyüklüğünü ve etkisini kimse henüz tahmin edemiyordu.
“Ben iyiyim ama çok yaralı var, seni sonra ararım” dedi ve kapattı.

Saatler ilerledikçe patlama bütün vahşetiyle ortaya çıkıyor, rakamlar her geçen dakika yükseliyordu.

Herkes kaybedilenler arasında bir yakını, bir tanıdığı var mı diye korkarak televizyonun karşısında bekliyordu. Saatler geçiyor liste uzadıkça, ülkece cinnet geçiriyorduk. Kim yapmış, kim yaptırmıştı. Ülkenin tarihi kanlıydı ama bu sefer kan 103 takvim sayfasına ancak sığacaktı.

103 evladını kaybetmişti ülke. Canı cehennemeydi bundan öte her şeyin. Onlarsız mevsimler ağır geçecekti bundan böyle.

Yakınını kaybetmemiş olmak sevindirici idi ama onca ölümün karşısında buna sevinmek utanç verici ağır bir bencillikti. Bencillikle acı arasında gittik-geldik uzun süre

Sonra yakınlıktan öte memleket olarak payımıza ne düştü diye baktık. Tablo korkunçtu. Evet, bizim de payımıza 5 tane acı düşmüştü.
Mehmet Ali Kılıç-Ata Önder Atabay-Onur Tan-Umut Tan-Canberk Bakış…

Bugün bilmem kaçıncı yıldönümü. Yıllardır yazıldı-çizildi. Bir arpa boyu yol alınmadı. Ülkenin ş(k)anlı tarihine bir çizi daha atılmıştı.

Yıllar hızla geçti, Orhan Bayram ağabeyi de soğuk bir mart günü deniz kokan İzmir sokaklarından yıldızlara emanet ettik. Hastalığının hızına yetişememişti.

Birbirini bakışlarından tanıyan iki eski dost gibi eminim buluşmuşlardır o yıldızlar ülkesinde.

O gün orada kaybettiğimiz tüm canların anısına saygıyla.

07/10/2024
18/09/2024

ANNE

Ağaçlar tomurcuğa durdu mu bizim oralarda anne?
Kayısı, elma, erik, dut…
Küçük küçük beyazlamıştır dutlar dalında şimdi. Çok sürmez şekerlenirler yakında. İlk onlar tatlandırırdı dimi çocukların damaklarını.

Yavru kuşlar konardı dutlara. Annesine büyüdüğünü kanıtlamak istercesine yüksek dallardaki olmaya yüz tutmuş dutlara ulaşmak isterlerdi. Sonra ellerinde bayramlık sapanlarıyla biz çocuklar belirdik altlarında. Eğlencelik kuş avuna çıkardık öğle kaytarma arası. Kim fazla kuş vurmuşa o günün gözde avcısı o seçilirdi. Sonra köye dönüp kedilere ikram ederdik, babalarımıza göstermeden ölü kuşları.
Yavrusunu vurduğumuz kuşlar, bir daha geldiler mi oralara anne?

Ayağımızın çamuruyla girdiğimiz bir mevsimdi yaz o vakitler. Bir tek sen bize baktığında ağlamak anlamını bulurdu. O yüzden dağda bayırda canımız yansa da koşarak gelir senin göreceğin mesafede başlardık ağlamaya. Bütün fırtınalar niçin çocukların göğsünde kopardı anne, bir türlü anlamazdık.

Kâinatın tüm güzelliklerini yüzünde taşıyan bir kız vardı, hani şu saman taşırken katırlarının üzerindeki büyük hararı gelip geçerken bizim evin süyeklerine çarpan komşunun kızı. Neydi adı, unuttum. Kirpiklerinin uzunluğu yüzünden kaşları seçilmiyordu. Gözlerinin kızıllığında nice canlar yakardı. Karmakarışıktı saçları. Binlerce kuş yuvasız kalsa saçlarının karışıklığı hepsini saklamaya yeterdi. Pembe gözlerini birinin gözlerine dikti mi sanki hücuma geçmek, ileriye atlamak için kızın ağzından çıkacak pısırık bir sözü beklerdi cümle ergen. En başta ben tabi. Ona göre çok küçüktüm ama olsun. Aşkın yaşı mı olurdu anne. Gerçi bu kızın ağzından çıkacak bir söz için bütün ordular hücuma geçerdi orası ayrı. Sonradan duyduk ki karşı köyden çulsuz bir oğlana kaçmış, kış günü. Emekli olmuş bir kasaba istasyonu gibi kalmıştı bizim köy. Ondan da başkasına kaçmış. Bize ne herkesin kendi hikâyesi anne.

Senle hep cemreleri sayardık. Bir, iki, üç… Niye saydığımızı, neyi beklediğimizi bilmeden. En çokta suya düşen cemreye sevinirdik. Hava bahar kokardı, kayısılar çiçeklenir, üzümlerin asmaları uç verir, yeşermeye yüz tutardı. Mis gibi bir baharı karşılamaya hazırlanırdık, onca yağan kardan sonra. Kar dedim de, ne çok yağardı bizim oralara mübarek. Tüm kötülükleri gizlemeye çalışırcasına, öfkesizce, sakin sakin. Ekim demeden gelir Mayıs’a kadar kalırdı. Toprağa görebilene aşk olsundu. Sonra çiğdemler eşliğinde, büyük gürültüler kopararak eriyip dökülürdü derelere. Sen de sel, ben diyem eğlencelik coşmuş su seyri.
“Muhabbet bağında açılan bir güldür/ah çektiğinde bin dereyi sel alır/ O kara bulut içindeki karlı dağdır/nere giderse gitsin, yaylası hüzünlü yöresi bir hoştur…”
Öğrendim ki; karın uzun misafirliği deli etmezse hiçbir şey deli etmezmiş insanı anne.

Tek odalı taş evimizin duvarında siyah-beyaz çerçeveli, irili ufaklı fotoğraflar asılıydı. Kardeşinin hastanede çektirdiği Sümerbank kumaşından yapılmış çizgili pijamalı fotoğrafını en başa asmıştın. Sonra sırasıyla babamın, ağabeyimin, torunlarının fotoğrafları. Aslında hepsi de birer özlem karesiydi senin için. Baktıkça ne hissederdin hiç bilemezdik. Gözden uzaklaşıp gidenlerle, bedenen arka mahalleye gidenlerdi.

Bir de fotoğraf albümün vardı, gelin sandığının en alt kısmında saklardın. Naftalin kokardı her kapağını açışta oda. Eline ne geçerse sıkıştırırdın içine. Özlem vurunca yüreğine en çok bu albümü karıştırır için için ağlardın. Hepimiz görürde görmezden gelirdik. O naftalin sarhoşu albüm hala sandığında saklı mı anne?

Hangi birini yazayım. Uzun kınalı saçlarını mı, çiçekli basma şalvarını mı, gülümseyince yanağında açılan çukurunu mu? Hangi zaman aralığında fırsat bulup da işlediğin boncuklu renk renk tülbentlerini mi? Ne bilim neyini yazayım anne. Bu aralar koya kova efkârım. Nicedir çok fena bozuşuyorum tanrıyla. Gökyüzüne fırlattığım hesap soran dilekçeler paramparça edilmiş yüzüme yağıyor her seferinde. Bir hasta gibi mucize sayıklayarak sabahı bekliyorum, bütün sırlarımı en güzel sen taşırdın gözlerinde. Gözlerin hala aralık ayazı gibi yorgun mu anne?

Kısa ayrılıklarla başladı özlem yolculuğumuz. Yuvadan ‘alıştırma uçuşları’ başlayınca ilçeye kadar gidip gelmek şart olmuştu. Sırtımızda bir dünya gelecek yüküyle Pazar git, Cuma gel. Dolu gittik boş geldik. Yıllarca sürdü bu yolculuk.

Sonra her neredeysek orası gurbet, uzaktan baktığımız yer hep sıla oldu bize. Sahip olduğumuz bütün adresleri kaybetmiş yolcular gibiydik. Kalbimiz bir ıslah evi sanki. Yetim bir çocuk durmadan azarlanıp duruyor içimizde.

Uzaklar denen yer bulutların tam da ardı mı anne?

Önce kuşlar terk etti sonra biz, sonra bütün duaları tanrıya teslim edip giden sen. Gidişini uzaklardan balkonumdaki papatyaların boyun bükmesinden anlamıştım o gün. Ellerimle yüreğimi kapatıp derin bir iç çektim. Kalbim göğsüme belli etmeden inip kalkıyordu. Rüzgâr bile tüm arsızlığına rağmen usulca dövüyordu pencereleri.

Üstünde sere serpe uzandığımız çimenleri düşündükçe, burnum nasılda sızlıyor hala anne. Uzanırken keşke üstümüze dünyayı örtseydik ayaklarımız dışarıda kalmazdı diye düşünmüyor değilim.

Şimdi bu satırlara nasıl sığdırayım ben efkârımı söyle anne.
İyisi mi her neye binip gittiysen onla geri dön.

Sahi sen neyle gitmiştin anne?

15/09/2024

Gerçek bir hayat hikâyesinden esinlenerek yazılmış olan bu kitapta anlatılan her şey zaman zaman kurgulanmış olsa da tamamen aslına sadık kalınarak kaleme alınmıştır.

Kitapta anlatılan hikâye belki de içimizde pek çok kişinin yaşadığı hayatlardan sadece bir tanesi. Albina, hayatını korkular içinde ürkek bir serçe gibi yaşadı. Ne konabildi, ne de uçup gidebildi. Bu fırtınalı denizin ötesinde nasıl bir dünya vardı bilmiyordu ama her okyanusun uzak da olsa bir başka kıyısı vardı. Hep o kıyıya ulaşmaya çalıştı. Ama o kıyıya ulaşamadan önce içindeki yıllardır ağlayan, hiç büyümeyen, hiç susmayan o küçük kız çocuğunu susturdu sonra kendi sustu.

Ayşe Yıldız Bakır’ın bu ikinci kitabının da çok beğenilip okunacağından hiç şüphem yok. İyi ki kendisiyle yazarlık yürüyüşünde yolumuz bir şekilde kesişmiş.

07/09/2024

SİRTAKİ
Gece.
Sahildeyiz… Gökyüzü dolunay sarhoşluğunda. Aylardan ağustosu eylül geçe.
Kadehlerimizin birbirine tutkunluğu kadar yakınız birbirimize. Şarabımız yakamoz seyrinde ekşimiş biraz. Parmaklarımızı tuza batırır gibi içiyoruz, yudum yudum…

Babamın gençliğine benzeyen bir adam duruyor karşımda. Üstünde başında yetmişli yılların kıyafetleri, gözünde anlamlı bir bakış, sesinde güven veren bir tını. En çok ses iniş-çıkışlarına atıyorum düğümlerimi.

Kumlara gömdüğümüz rakı karşı kıyıdan yankılanan ve sürekli tekrarlanan şarkıların etkisiyle ısınıp sırasını beklemekten bitkin düşmüş.

Önümüz sıra bir kadın elleriyle tarıyor çocuğunun saçlarını. Mevsim geçişi olmasına rağmen yazdan kalma günler hala direniyor. Şehir acı içinde, umut boğucu. İnsanlar telaş içinde sağa sola koşturmaktan yorgun. Küçücük hayatlarının sınırlarına varmak için hırsla ziyan ediyorlar zamanı. Üstelik bir saniye sonrasında ne olacağını kestiremeden.

Art arda geçen gemilerin pervasızlığından dalgalar sürekli muhabbeti bölüyor. Kumsal tunç renginde. Ortalıkta konuşmaktan öte bir sus-pus hali hâkim. Kaç şair yıkanır böyle bir gecede, böyle bir ay ışığında? Bilen de merak eden de yok. Çizgi romanlardan fırlamış gibi ortalık.

Her seferide iki kelimeye sıkışıp kalsak da sohbet koyu. “Kıyısı olmayan şehre bir yelkenliyle gitmeye çalışmak gibi senin aşk tarifin. Öyle zor, öyle fırtınalı, öyle yorucu ki” diyorum.
“Aşk cesareti sınayan bir savaştır.” diyor.
“Ne menem şeymiş bu böyle ” diyorum. Konu aşktan açıldığında lafı uzatmak, dolandırmak pek sevimli gelmiyor bu aralar bana. Değiştirme gayretindeyim. “El birliğiyle çürüttük dünyayı sanırım tek çare yıkıp yeniden inşa etmek.” diyorum.

Uzadıkça uzuyor gece ve sohbet. Sonunda yine aşk kazanıyor ve “Herkes ilk aşkına dönse dünya çok daha güzel olur” noktasında anlaşıyoruz.

Sıra kumlara gömdüğümüz rakıya gelince, masamız içki dendi mi yoldan çıkmaya hazır sarhoşlarla daha bir kalabalıklaşıyor. ‘Rakı kalabalıkların içkisi’ tezi bir kez daha doğrulanıyor sanki. Ayaküstü şişeyi pay ediyoruz oracıkta. Etrafa buram buram ‘sirtaki’ kokusu yayılıyor.

Sonra bir çaresizliği ezber eder gibi karşılıklı birbirimizin gözlerinin içine bakıyoruz. Dünyaya ve birbirimize bu iyimserlikle bakınca, sanki daha bir sevimli geliyor aşk denen o menem şey. İyimserlik dedikleri bu güven duygusu olmalı. Bayram sabahı kahvede oturup biraz sonra lunaparkın başlayacağına inanmak gibi bir şey.

Akşamı geceye, geceyi sabaha bağlıyoruz yine. Martılar çığlık atıyorlar, aç çığlıklar bunlar. 6.45 vapurunun peşinde takılacak birazdan hepsi. Küçük balıkçı motorları ışıklarını yakıp ‘rastgele’ demeye hazırlanıyorlar. ‘Bu sene balık çok Marmara’da’ yalanına bir defa daha inanmışlar belli ki. İyi ya da kötü, insan hep inanacak bir şey arıyor kendine. Çaresizlikle arafta beklemektense kolaylıkla kendi cehennemine razı gelebiliyor. Yeter ki güvenilir bir cehennem olsun payına düşen. Ama yine de çoğunlukla yapayalnız dolaşıyor bu çağın insanı. Çünkü birlikte yürüyecek kadar güvenmiyor kimse birbirine. Güvenmek sevmekten daha zor.

Kalkıyoruz.
Sokağın bir ucunda ben, öteki ucunda o. İstanbul yüzünden mi denk gelemiyor insan sık sık bilemiyorum. Dört tarafı hüzünle çevrili bir ada burası. Yalnızlık en büyük hastalık.

Büyük umutlar insana dert oluyor, iyisi mi uzun bir şiire başlayıp mümkün olduğunca kısa kesmeli.

“buyurun içelim birer kadeh,
güzeldir öğle rakıları efendim
unutulmaz
bir kadından söz eder gibi
utangaç, gizli, yasak”
*Mehmet kemal

14/07/2024

İkisi Yirmi Beş-Yeni Kitap.
--------------------------
İstanbul, Laleli.
Sıcak bir temmuz akşamı…
Bavul ticareti başlamış. Ruslar, Romenler, Araplar akın akın geliyor. “Yaşasın Yeni Sol Kapitalizm” dönemi. Vitrinler ışıl ışıl. Mantar gibi çoğalmış döviz büfelerinin önleri kalabalık. Bizim esnafın bir hafta içinde Romenceyi, Rusçayı, Arapçayı söktüğü, işporta tezgâhlarının sokaklara taş yerine serildiği, koca şehrin yavaş yavaş ağırbaşlılığını yitirdiği günler.

Ordu Caddesi üzerinde, Gedikpaşa Ortaokulu’nun caddeye bakan arka kısmında 13-14 yaşlarda bir çocuk; kaldırıma kalın naylondan bir tezgâh açmış, etrafı kolluyor. Çakma markalı renk renk tişörtler satacak. Kazandığı paraları akşam annesine verecek.

Gerilerden göğsünde çiçek takılı, dibine tuz dökülmüş bir çam ağacı. Üzerinde benekli bir martı gagasını boynuna gömmüş, uyukluyor. Havada tuzlu bir deniz kokusu. Sokak lambalarından ışık yerine hüzün yağıyor kaldırımlara.

Her an zabıta baskını olası. İki eline, iki tişört alıp avazı çıktığı kadar bağırıyor.
“Tanesi on beş, ikisi yirmi beş…” Hız kesemeden, nefes almadan devam ediyor.
“İkisi yirmi beş…”

10/07/2024

Yaprakların Sarardığı Mevsimde Yetişen Aşk; PATYA

“Kitapçıların ve çiçekçilerin bazı özellikleri olmalıdır Oleik. Kitaplar ve çiçekler özel itina isteyen varlıklardır. Herkes kitap satmamalı.” (Oğuz Atay-Tutunamayanlar.)

Tüm sanat dallarında olduğu gibi edebiyatın da amacı özgün yapıtlar yaratmaktır. Bu işe soyunan her yazar adayı; kendinden önce yazılmış onca yapıta karşın kendi sanatını yaratmak için yola çıkar. İşi zordur. Tek silahı hayal gücü ve birikimidir. Yazılmış her roman-öykü-anı akıp giden bir film şeridine benzer. Olay, kişi, zaman, mekân ögeleri hareketlilik ve değişim en büyük yardımcısıdır yazarın.

Kendilerini yazıyla aşmak isterler. Bir sabır inceliğiyle işlerler harfleri, kelimeleri. Nimeti bol sözcükler üretebilmek için, hassas bir kalple ve ruhla bu hoyrat dünyaya katlanırlar. Bundadır ki her yazarın duyguları; ya diplerde ya da göklerde seyreder. Çoktur hey şeyleri… Çok severler, çok kırılırlar, çok acı çekerler, çok… Ortasını bir türlü bulamazlar.

Kimileri için yazmak bir alışkanlıktır, kimileri için bir tutku. Kimileri için yaşama bir anlam aramak, kimileri için yaşama anlam vermektir.
Kimi yazarlar insanı değiştirmek için yazar, kimi yazar kendini değiştirmek için. Kimi suçlayarak, kimi suçluluk duygusuyla yazar. Kimi bugün için kimi yarınlar için yazar. Gerekçeler uzayıp gider.

Ama aslolan yazmaktır. Aslaolan sözü kâğıda yazamayıp koşabilmektir. Tıpkı türkünün, ağıtın yazılmayıp yakılması gibi…
***
Güngör Dinç’le yolumuz birkaç seferde, farklı ortamlarda kesişse de onun yazdığı Bade-Nuş dörtlükleri gibi hep dört satırlı kaldı. Bilemedin beş, altı…

Bade-Nuş kitap serilerine devam ederken bir yandan da anı-roman tarzı bir kitap hazırlığı içinde olduğunu biliyordum. Eski bir sırrı saklayan iki dost dost gibi ara ara görüşmelerimizin birinde kitabını bitirdiğini ve zaman ayırabilirsem yazdığı kitabı okumamı istedi. “Olur” dedim. İkimizde biliyorduk ki bu yolculuk yoldan uzun sürecekti.

Gönderdiği kitap dosyasını bayram tebrik kartları sanıp içlerini bir türkü ararcasına karıştırırken (Editör desteği adına) bir de ne göreyim anlattığı (yaşadığı) hikâye bizi birbirlerini yaralarından tanıyan eski bir dost haline getirmiş.

Karadeniz’in öbür yakasında başlayıp bu yakasında denizi hiç görmeden son bulan bir aşkı ‘her yara sahibinde başka türlü kanar’ şiarıyla kaleme almış. Yaşadıklarına hiçbir sansür uygulamadan okura aktarıp, son satırı ‘aşktan başka kalbimizde açılmış her yara yalan’ diyerek tamamlamış.

Bundan sonra söz sırası okurda. Yüreğinizi kıpırdatacak bir rüzgâr, yüzünüzde serin bir gülümseme olsun, “PATYA”

02/07/2024

Ayrılık mı Olur Harman Zamanı*

“Ne zaman bunalırsan gurbetin keşmekeşlerinden; elim elindeymiş gibi, sırtın sırtıma değmiş gibi, yanındaymışım gibi hisset.” diye mektupları gelirdi babamın. Artık neredeysem oraya. Zarfın kapağını ıslatırken, toprak kokan dilinin ıslaklığı sinmiş olurdu kâğıtta. En az 10-15 günde geçse de elime yine de bir ihtimal ya; önce koklar sonra açardım zarfı.

Nereden baksan 40 yıl olmuş. Saklarım hala sararmış ve yıpranmış hallerine aldırmadan. Ara ara çıkarıp tekrar tekrar okurum. Eline ne kâğıt parçası geçtiyse ona yazmış. En çokta kareli defter sayfalarına.
Üç yıl düzenli mektuplaşmışız. Bir tek bayram zamanları açık vermişiz. O kısmı da kısa köy ziyaretleriyle kapatmışım.

Bayramların tatil günleri sayılmadığı zamanlardı o günler. Normal koşullarda rüzgâr nereye savurursa uçmaya hazırken bir tek bayram günleri gidilecek notayı önceden çizerdim.

Annemin “Hoş geldin ”den sonraki ikinci cümlesi “Ne zaman döneceksin” olacağını bilirdim. Ben de onun memnun olacağı en uzak tarihi söylerdim. Hiçbir uzaklığın ona yetmeyeceğini bile bile. Günler su gibi akar, ayrılık günü gelir çatardı. Az zamana çok şey sığdırmanın acizliğiyle hiçbir şey anlamadan bir daha ki bayram görüşmek üzere ayrılırdım. Her ayrılık günü, annem ağladığını belli etmezdi ama babam duygularını bastırmada beceriksizdi. Elini öpmem için uzatırken gözünden yaşlar dökülürdü. Sonra beni yanaklarımdan öperken gözlerinden akan yaş yüzüme, dudaklarıma bulaşırdı. Ben de bu emanet ıslaklığa aldırmadan kendi iç gurbetime doğru yürüyüp gözden kaybolurdum.

Hiç sıkı sıkı sarılmışlığımız olmadı babamla. Ne özlem yüklü gelmelerimde ne de uzun ayrılıklar arifelerinde. Elini öptürür, sonra yanaklarımdan öper gönderir veya bu kadar deyip geçer otururdu. Bütün babaların ortak özelliğiydi o yıllarda bu davranış şekli. Sevgisini de hüznünü de hep içlerinde yaşarlardı. Ulu orta gösterilmezdi sevgi. İçtendi, gizliydi ve çok güzeldi.

O yıllarda ben hiç sorgulamamıştım bu el öptürme meselesini. Yaşı büyük kim elini uzatsa öper, sonrasında anlımıza korduk. Terbiye böyleydi. Ödülümüz de genelde “Ne efendi çocuk” sevecenliği olurdu.

Babam en çok geceye ve kışa yakışan, geniş avlulara siyah beyaz bir fotoğraf gibi girip-çıkan bir adamdı. Sessizliğin adamıydı. Toprak kadar sabırlıydı. Kocaman elleri vardır. İlkokul üçe kadar okumuştu. Ama tabiatın içinde doğup büyüdüğünden koyunlar, köpekler, ekinler, yıldızlar, yağmurlar, böcekler, kuşlar hakkında her şeyi bilirdi. Devamlı bozkır güneşine bakmaktan gözleri kısık, yüzü kırışıklıkla doluydu. Ekinlerin büyüme seslerini duyar, rüzgârı hışırtısından tanır, kayısıları daha olmadan dalındayken sayardı kasa kasa…

Yıllar hızla akıp geçti. Mektuplar moderne iletişim ağlarına yenildi. Biz büyüdükçe eli öpülecek insan sayısı azaldı. Kendimizi gurbette hissettiğimizde sığınacağımız bir sılamız kalmadı. Bir kuşak gurbette doğup büyüdü, sıla ve gurbetlik kavramları birbirine karıştı. Nere sıla, nere gurbet Belli değil artık.

Yeni nesil el öpmeyi ‘eski’ bir gelenek diyerek derinliğini bilmeden azalta azalta bitirdi. O günler toprağından sökülüp saksıya dikilmiş dev bir kaktüs gibi kaldı. Yeniden kendi toprağına döneceği günü bıkıp usanmadan beklemek işe yarar mı bilmiyorum.

Gecen gün tekrar çıkarıp okudum babamın 1985 yılında (ortalama ayda bir)bana gönderdiği mektupları. “Köyde hayat yok, düzgün bir iş bul çalış kal oralarda” diyor. Tüm mektuplarında benzer ifadeler var. “Bu dağ başı kimin karnını doyurmuş ki seninkini de doyursun. Ekmek şehirlerde artık, bulduğun işe sebat et, çalış kal oralarda” diyor.

Fark ettim ki aynı şeyleri yarım asır sonra ben kızıma söylüyorum. “Kızım bu ülkede yaşam kalmadı. Okulunu bitir ve orada kal. Dönmeyi asla düşünme...” Yani, “Her zaman yanındaymışım gibi hisset ama orada hisset. Buraya dönmeyi düşünme,” diyorum.

Kısa yaz tatil izni sonrasında yine havaalanındayız. Uzunca bir ayrılığın başlamasına dakikalar var. Gözlerimi kaçırıyorum ağladığımı görmesin diye. Pek başardığım söylenemez. Elimi uzatıyorum yavaştan belki öper başına kor diye, oralı olmuyor. Espriyi anlamış gibi gülümsüyor. Vakit iyice daralmış. Dakikalar kıymetli. Açıyorum en genişçesinden kollarımı…

Yanımızdan müşterisini bırakmış bir taksi geçiyor. Radyosunda Musa Eroğlu çalıyor.

“Harmana sererler sarı samanı
Hiç gitmiyor Emirdağı'nın dumanı
Gel otur yanıma canım sevdiğim
Ayrılık mı olur bayram zamanı”

10/06/2024

Zarfsız Kuşlar Bayramı

Biz taşra doğumlu çocukların içi şeker, anı ve zarfsız kuşlar dolu rengârenk gönül çekmecesiydi bayramlar. Günler yaklaştıkça bir el tutar yakamızdan sürüklerdi bizi çocukluğumuzun bayram sabahlarına. Sabah bir uyanırdık ki Malatya il sınırını geçip Hekimhan’a yaklaşmışız. Sonrası zaten güllük-gülistanlık, bahar-bahçe...

Babalar köyün girişinde, anneler yer sofrasının başında, komşular camda, çocuklar sokakta beklerdi. Daha arife demeden bayram başlamış olurdu.

Kayısının, kirazın ve vişnenin tabakta durduğundan ağaçta daha güzel durduğu zamanlara denk gelmişse bir de bayramlar değmeyin keyfimizeydi. Çocukluğumuzun ter payı kokan yeryüzünün en güzel sokaklarıydı buralar, hiç ara vermeden duyanı sarhoş eden bir kuş orkestrası çınlardı ortalıkta gün aşırı.

Uzundu yolculuklar. Ek konan tamirden yeni çıkmış, ittirerek otogara getirilmiş otobüslerle bile göze alınırdı bunca mesafe. Yine de koltuk sayısı talepleri karşılamaz, aralara küçük tabure atıp 20-22 saatlik yolculuğa razı gelinirdi. Yeter ki bayram sabahı orada olunsundu.

Sonraları ‘Alamancı’ gurbetçilerle yarışırcasına yerli gurbetçiler de kendi arabalarıyla gelmeye başladı. Yollar kısaldıkça bekleyen, özleyen, özlenen kişi sayısı azaldı. Yıllar gurbet bakışlı, gurbet yüzlü insanlara hiç de bonkör davranmıyordu.

80’lerde otobüslerle başlayıp 90’lı yılların ortalarına doğru ben de arabalı yolculuklara geçiş yapmıştım. Cep telefonları da hayatımıza yeni yeni giriyordu. Çıkarken arıyordun, yolculuğunu merak eden olursa seni yoldayken arayıp, ‘ne kadar yolun kaldı, ne zaman sonra burada olursun” sorularıyla taciz(!) ediyordu. Sende için için ‘bekleniyor olmanın hoşluğuyla’ mutluluk yaşıyordun.

Babam en meraklımızdı. Kendi arar, sonra sık sık tekrara düşmemek için amca çocuklarına, “Hele bir ara nerede kalmışlar” derdi. Köye gelinceye kadar neredeyse bizle yolculuk ederdi, bilirdik. Sivas’a geldiğimize emin olduktan sonra rahat bırakırdı. Artık köy sınırlarına yaklaşıyorduk, bundan sonrası bizim oralar, bizim ellerdi. Kötü bir şey olmazdı bundan sonrasında.

Köyün girişinde karşılar, geldiğimizi görünce ince bıyığının altından gülümseyerek ‘eve geç, geliyorum ben’ dercesine eliyle işaret eder sonra arkamızdan yürürdü.

Kısa tatilin en güzel saatleri başlardı ama uzun sürmezdi. Bilirdik her yolculuk yoldan uzundu. Sayılı günler akbaba gibi tepemizde dönmeye başladığında hiç bir çırpınışımız kar etmezdi. Yarım bırakılmış sofraları, tamamlanmamış hikâyeleri, yıldızlı gök kubbeyi ve bolca da keşkeleri geride bırakıp tekrar düşerdik yollara.

Sonra uzunca bir ömür manzarası konardı penceremize. Bekle ki yeni bayramları mücadelesin takvim yaprakları.

Bizim kuşak yaranın derinini, izin kalınını, yolların yorgunluğunu o yıllarda bıraktı. Anadolu’nun hafızası ayrılık ve kavuşma üzerine insanı hüzne boğan kelimelerle dolu.

Yıllar geçti, bizler anne, baba olduk. Şimdi gurbet neresi sıla neresi bilen yok. Her şey aslını inkâr edecek karışıklıkta.

Bu hafta sonu bayram. Düşmeli yine yollara, ucu açık. Başuçlarına gölgelik olsun diye diktiğim çam ağaçları susuzdu uzun zamandır, belki de kurumuşlardır. İyisi mi kekik ekmeli bu yıl üstlerine. Tüm kokuları bastıran, ferahlatan, uzun dayanan cinsinden. Kurusa bile tadı değişmeyecek olanından.

“Ayrılıklar ayrılanlar içindir,” deyip öpmeli başucundaki taştan alınlarından, topraktan ellerinden…

Bayram tebrik kartlarını, içlerinde bir türkü ararcasına karıştıran tüm dostlara iyi bayramlar.

Address

Kocatepe Mahallesi, Tavşan Sk. 18/3 Beyoğlu-Istanbul
Istanbul
34437

Alerts

Be the first to know and let us send you an email when Yenice Kitap posts news and promotions. Your email address will not be used for any other purpose, and you can unsubscribe at any time.

Contact The Business

Send a message to Yenice Kitap:

Share