27/10/2024
Şu sıralar, Anadolu’nun 8-10 bin nüfuslu küçük bir kasabasında yaşıyorum. Bir yanım yemyeşil dağlar, bir yanım ovalarla çevrili. Sabahları belediye hoparlöründen yapılan anons seslerine uyanıyorum. Penceremi, dağ manzarasına karşı açıyorum. Erken uyanıp yola koyulan kırlangıçların sesleri etrafı inletiyor. Kasım ayı yaklaşmasına rağmen buralar halen güneşli ve sıcak. Tıpkı yöre insanının olduğu gibi.
Gürültü yok, trafik yok, korna sesi yok… Komşuluğun dahi olmadığı, ruhumu kemiren gösterişsiz koca koca betonarme siteler de yok. Kısacası kaotik bir yaşam yok. Her şey sakin ve usulca akıp gidiyor. Akşam hava kararmasına yakın, saat 7 civarı insanlar evlerine çekiliyor. Sokaklar, yerini tek tük geçen araçların seslerine bırakıyor.
Cuma günleri ise kurulan kapalı bir Pazar yeri var. Kasabanın en hareketli günü de Cuma günleri oluyor. Çiçekli böcekli etekler giyen teyzeler ve kasketli amcalar, köylerinde yetiştirdikleri ürünleri ve elleriyle yaptıkları süt ürünlerini getirip Pazar yerinde satıyorlar. Tezgâhları tek tek geziyorum. Hepsi de beni tebessümle karşılıyor. Kimileri ise buyur bir bardak çayımızı iç diyor.
İstanbul’da doğdum, İstanbul’da büyüdüm. Fakat yaşım ilerledikçe anladım ki, büyük şehirlerin değil, küçük kasabaların, kırsal yaşamın insanıyım ben. Betonarme sitelerin ve büyük AVM’lerin olduğu bir yaşam yerine gürültüden uzak, doğayla iç içe, dayanışmanın ve komşuluğun olduğu müstakil bir yaşam. İşte arzuladığım hayat tam da böyle bir şey. Şu an bu hayatı yaşıyor ve tecrübe ediyorum. Hiçbir şeyi kaçırmadığımın her geçen gün farkına varıyorum.
Büyük şehirlerdeki hayatta kalma telaşı bizi her geçen gün yıpratıyor ve kaygılandırıyor. Buralarda ise hayat olması gerektiği gibi akıp gidiyor. Her şey sakin ve yavaş.
Yine bir anons sesi… Civar mahallede keşkek dağıtılacakmış. Bu kaçıncı, sayamadım vallahi. Burada insan aç da kalmıyor. Her gün bir yerlerde mutlaka bir şeyler ikram ediliyor. Yabancı olsanız dahi sizi hemen aralarına alıyorlar.
Sahi, suya da para vermiyoruz. Dağdan gelen berrak suyu, kasabanın çeşitli noktalarında bulunan çeşmelerden dolduruyoruz. Çayımızı bu suyla demliyor, yemeğimizi de bu suyla yapıyoruz.
Akşamları çay eşliğinde bağlama çalan ve türküler söyleyen dostlarla bir araya geliyoruz. Yeni yeni insanlar tanıyorum, yeni yeni hikâyelere tanık oluyorum.
Yaşlılarla hasbihal etmeyi ve onlarla zaman geçirmeyi de oldum olası çok seviyorum. Dün, elinde baston, ağır aksak yürüyen Mehmet amcayla karşılaştım. Yaklaştım yanına ve selam verip, halini hatırını sordum. 91 yaşında olduğunu öğreniyorum. Yabancı olduğumu anlayan Mehmet amca “Neredensin?” diye sordu. İstanbul’dan geldiğimi söyledikten sonra “Oğlum, şimdi ki gençler yaşlılara selam dahi vermiyor, saygı göstermiyor fakat sen geldin benim halimi hatırımı sordun. Senin kalbin temiz, belli ki iyi bir insansın” dedi. Bu sözünün üzerine ne cevap vereceğimi bilemeyince “Sağ ol Mehmet amca. Sen öyle hissetiysen ne mutlu bana” dedim.
Mehmet amca “Benimle gel oğlum. Az ileride dondurmacı dükkânımız var. Torunum işletiyor. Sana kendi ellerimle yaptığım dondurmadan ve bir bardak çay ikram edeyim” dedi. Yavaş adımlarla Mehmet amcaya eşlik ederek dondurmacı dükkânına geldik. Burada, torunu Talha ile tanıştım. Talha sağ olsun dondurmamı getirdi. Çok lezzetliydi. Dondurmaları, Mehmet amca, oğlu Hasan ağabey ve torunu Talha yapıyormuş. Talha iki de çay getirdi. Biri dedesi Mehmet amcaya, diğeri bana. Mehmet amcayla çaylarımızı yudumlayıp sohbet etmeye başladık. E, bu fırsatı kaçıramazdım. Her zaman yaptığım gibi, 91 yaşındaki bilge Mehmet amcayı bulunca hayata dair sorular sordum ve kendisinden çok güzel nasihatler alıp bir bir heybeme doldurdum. Hava kararmak üzereydi. 2 saate yakın Mehmet amca ile sohbet ettikten sonra dondurma ve çay için teşekkür edip elini öptüm ve ona sarılıp ayrıldım.
Eve geldim. Bir şeyler atıştırdım ve sonra çay demledim kendime. Üzerime bir polar alıp bahçeye çıktım. Etraf sessiz. Sokağı aydınlatan direğin ışığında sinekler uçuşuyor. Tahta sandalyeme oturup, dağ manzarasına karşı çayımdan bir yudum aldıktan sonra başladım yazmaya. Yazınca kendimi çok iyi hissediyorum. Bir de, doğada ve seyahat halindeyken.
Öyle ya, insan önce kendisini tanımalı.