Atatürk'ün kesin doğum tarihi bilinmemektedir. Kendisi de bilmiyordu. Gregoryen takvimi 26 Aralık 1925'ten sonra Türkiye'de kullanılmaya başlanmıştır, doğum tarihi konusundaki karışıklık ise Osmanlı döneminde kullanılan iki takvimden doğmuştur. Bu dönemde kullanılan Hicri takvim ve Rumi takvimin ortak noktaları, Atatürk'ün kaydedilen doğum yılı olan 1296'nın yanında hicri veya rumi olduğunun belirtilmemesi, gregoryen takvimde ay ve yıla bağlı olarak 1880 veya 1881 yılından hangisine denk geldiğinin kesin olarak bulunmasını zor hale getirmiştir.[239] Faik Reşit Ünat araştırmaları sırasında Zübeyde Hanım'ın Selanik'teki komşularını ziyaret etmiş ve bu konuda sorular sormuştur. Aldığı cevaplar çelişmektedir, bazı komşular Atatürk'ün bir ilkbahar gününde doğduğunu söylerken bazı komşular ise kış günü (Ocak veya Şubat) olduğunu iddia etmişlerdir. Atatürk'ün kendisi, annesinin ona bir bahar gününde doğduğunu söylediğini, kız kardeşi Makbule Atadan ise annesinin ona Mustafa Kemal'in fırtınalı bir gecede doğduğunu söylediğini ifade etmişlerdir. Enver Behnan Şapolyo Zübeyde Hanım'ın 23 Kânunievvel 1296'da doğduğunu söylediğini belirterek Atatürk'ün 23 Aralık 1880'de doğduğunu öne sürmüş, Şevket Süreyya Aydemir ise bu tarihin 4 Ocak 1881 olduğunu iddia etmiştir. Şişli Atatürk Müzesi'nde gösterimde bulunan Atatürk'ün son nüfus cüzdanının üzerinde doğum tarihi kısmında 1881 görülebilir haldedir.[239] 1882 doğumlu olan Ali Fuat Cebesoy Şişli'deki evinde kendisinin "Rauf Bey'le ben senin ağabeyin sayılırız. Çünkü ikimiz de senden birer yaş büyüğüz." diye konuşmasını kaynak göstererek "1881 tevellütlü" olduğunu yazmıştır.[240]
Kurtuluş Savaşı'nın başlangıcı kabul edilen 19 Mayıs tarihinin Atatürk'ün doğum günü olarak kabulü tarihçi Reşit Saffet Atabinen'in bir jestinin sonucudur. Atabinen'in ulusun doğuşu üzerine yaptığı bir jest 19 Mayıs'ın önemini iyi şekilde yansıttığı için Atatürk'ün takdirini kazanmıştır. İzleyen günlerde bir öğretmenin, planladıkları “Gazi Günü” için Atatürk'ün doğum gününü sorması üzerine Atatürk tam tarihi bilmediğini söylemiş ve Gazi Günü için 19 Mayıs'ı önermiştir. Tevfik Rüştü Aras, Atatürk ile yaptıkları günler süren bir araştırmadan sonra doğum tarihi aralığını 10 Mayıs ve 20 Mayıs arasına daralttıklarını söyler. Atatürk bu araştırmadan sonra “Neden 19 Mayıs olmasın?” demiştir. Bu tarih resmî olarak halka ve diplomatik kanallarca diğer ülkelere bildirilmiştir. Ancak bu tarih ilginç bir durum yaratmıştır, 1881 yılının 19 Mayıs günü, Rumi takvimde 1297 yılına denk gelmektedir, ancak kaydedilmiş doğum tarihi Rumi 1296 yılıdır. Rumi 1296 yılı 13 Mart 1880 ile 12 Mart 1881 arasında sürmüştür, bu sebeple alternatif olarak Atatürk'ün doğum tarihi 19 Mayıs 1880 olabilir. Bu sebeplerle ne tarih ne de yıl genel kabul görmemiştir. Mustafa Kemal Derneği eski başkanı Muhtar Kumral 13 Mart 1958'deki bir basın konferansında Atatürk'ün doğum tarihini Atatürk'ün kız kardeşi Makbule Atadan'ın sözlerine dayanarak 13 Mart 1881 olarak belirlediklerini söylemiştir. Ancak Gregoryen 13 Mart 1881, Rumi 1 Mart 1297'ye denktir, Atatürk'ün doğum yılı ise 1296 olarak kayda geçmiştir, bu sebeple geçerlilik iddiası zan altındadır.[239]
Atatürk'ün Rumi 1296'da doğduğuna ilişkin kayıt bulunsa da, Atatürk'ün doğum gününü net olarak söyleyebilmek için gerekli miktarda kayıt bulunmamaktadır. Atatürk'ün doğum günü Gregoryen 1880 veya 1881'e denk geliyor olabilir. Atatürk'ün doğum günü, kendi onayıyla resmî olarak 19 Mayıs olarak belirlenmiştir. Bu gün Türk Kurtuluş Savaşı'nın başlangıcı olması sebebiyle önem verdiği bir gündür.[239]
📷
Soyadı Kanunu'ndan sonra aldığı kimliklerden ilki (993.814-B seri ve 51 sıra numaralıdır). Bu nüfus hüviyet cüzdanında Atatürk'ün adı Kemal'dir.
📷
Soyadı Kanunu'ndan sonra aldığı kimliklerden ikincisi (993.815-B seri ve 51 sıra numaralıdır). Bir önceki kimliğinden farklı olarak, bu nüfus hüviyet cüzdanında Kamâl adı dikkat çekmektedir.
27 Mart 1923 tarihinde Ankara Nüfus Müdürlüğünce verilen nüfus cüzdanına göre, Boy: Orta, Saç: Sarı, Kaş: Sarı, Göz: Mavi, Burun: Adeta, Ağız: Adeta, Bıyık: Sarı, kesik, Sakal: Tıraş, Çene: Uzunca, Çehre: Uzunca, Renk: Beyaz, Alamet-i farika-i tabiiye: Tam, İsim ve şöhreti: Müşir Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, Tarih ve mahall-i veladeti: Selanik, 1296, Pederinin ismiyle mahall-i ikameti: Tüccardan müteveffa Ali Rıza Efendi, Validesinin ismiyle mahall-i ikameti: Müteveffiye Zübeyde Hanımefendi, Sanat ve sıfat ve hizmet ve intihab selahiyeti: TBMM Reisi ve Başkumandan, Müteehhil ve zevcesi müteaddid olup olmadığı: Bir zevcesi vardır, Derecat ve sunuf-ı askeriyesi: Müşir, İkametgâh ise Hacı Bayram Mahallesi 161/1 idi.[241]
Yeni alfabenin kabulünden sonra yenilenmiş nüfus cüzdanlarından "993.814-B seri ve 51 sıra numaralı" cüzdanda Adı: Kemal, Soyadı: Atatürk; "993.815-B seri ve 51 sıra numaralı" cüzdanda Adı: Kamâl, Soyadı: Atatürk, Meslek ve İçtimai vaziyeti: Reisicumhur, Medeni hali: Evli değildir, nüfus kütüğüne yazılı olduğu yeri ise Ankara Vilâyeti Çankaya Mahallesi Hane No. 139, Cilt: No. 56 ve Sahile No. 49 olarak yazılmıştır.
Ayrıca Atatürk'ün nüfus kaydı 27 Ocak 1933 tarihinde "Gaziantep Bey Mahallesi" olarak değiştirilmiştir.[242][243]
Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü'nün websitesinde yapılan sorgulamada, TC kimlik no: 10000000146, kayıtlı olduğu il: Gaziantep, ilçe: Şahinbey, mahalle: Bey, cilt no: 10, aile sıra no: 44, birey sıra no: 1, adı: Gazi Mustafa Kemal, soyadı: Atatürk, baba adı: Ali Rıza Bey, anne adı: Zübeyde Hanım, doğum yılı: 1881, cinsiyeti: Erkek olarak gözükmektedir.
Doğum yeri
📷
"Atatürk'ün evi" Apostolu Pavlu Cad. No: 71, Aya Dimitriya Mah., Selanik, Yunanistan[244]
Atatürk; Islahhane Caddesi, Koca Kasım Paşa Mahallesi, Selanik, Osmanlı Devleti'nde (Bugünkü Apostolu Pavlu Caddesi No: 75, Aya Dimitriya Mahallesi, Selanik, Yunanistan) bugün müze olan 3 katlı, 3 odalı ve pembe boyalı evde doğdu. Şerafettin Turan'ın kitabında "Ahmet Subaşı ya da Hatuniye Koca Kasımpaşa Semti" olarak geçmektedir.[245]
Ancak Atatürk'ün üvey kız kardeşi Ruhiye Hanım'ın torunu Ferhat Babür'ün aktardığına göre Atatürk'ün doğduğu ev olarak bilinen ve yandaki fotoğrafta da gösterilen evdeki Selanik Konsolosluğu binası, Atatürk'ün doğduğu ev değildir. O ev, Zübeyde Hanım'ın ikinci kocası, yani Atatürk'ün üvey babası Ragıp Bey'in evidir.[246]
Adı ve soyadı
Mustafa adını babası Ali Rıza Efendi kendi dedesinin adı olduğundan dolayı vermiştir. Çünkü Ali Rıza Efendi'nin babasının adı olan Ahmed adı ağabeylerinden birisine verilmişti.[247] Mustafa'ya neden Kemal isminin verildiğine yönelik ise çeşitli iddialar vardır. Afet İnan, bu ismi ona matematik öğretmeni Üsküplü Mustafa Efendi'nin Kemal adının anlamında olduğu gibi onun "mükemmel ve olgun" olduğunu göstermek için verdiğini söylemiştir.[248] Ali Fuat Cebesoy ise bu adı matematik öğretmeninin onu kendisinden ayırt etmek için koyduğunu belirtir.[249] Atatürk'ün bir biyografisini yazmış olan yazar Andrew Mango ise Mustafa'nın bu adı Namık Kemal'in adında "Kemal" bulunduğu için kendisinin koyduğunu iddia etmektedir.[250]
1921-1934 yılları arasında Gazi Mustafa Kemal unvan ve adıyla veya sadece Gazi unvanıyla anılan Mustafa Kemal'e Soyadı Kanunu ile birlikte TBMM tarafından çıkarılan 24 Kasım 1934 tarihli ve 2587 sayılı kanun ile Atatürk soyadı verilmiştir.[251] Yine aynı kanuna göre "Atatürk" soyadı veya öz adı başka kimse tarafından alınamaz, kullanılamaz.[252]
Gazi Mustafa Kemal'e Atatürk soyadı biraz yardımla Saffet Arıkan'ın armağanıdır. Soyadı Kanunu'nun çıkarıldığı sıralarda Mustafa Kemal Paşa için 14 soyadı adayı belirlenmiş, bunların arasından Atatürk soyadı, Naim Hazım Onat'ın tavsiyesi üzerine Mustafa Kemal Paşa'nın seçtiği soyadı olmuştur. Önerilen diğer soyadları şunlardır: Etealp, Arız, Ulaş, Yazır, Emen, Çogaş, Salış, Begit, Ergin, Tokuş, Beşe, Türkata (Türkatası). Saffet Arıkan'ın bulduğu soyadı Türkata ve Türkatası soyadıdır. Çankaya'da yapılan toplantıda liste okunduktan sonra Mustafa Kemal Paşa orada bulunan Naim Hazım Onat'a, "Siz ne dersiniz?" diye sormuş, Onat da şu cevabı vermiştir: "Türkata ve Türkatası kelimeleri gerek yazılışta gerek söylenişte bana biraz tuhaf geliyor. Arkadaşlar, biliyorsunuz tarihimizde Atabey unvanı vardır. Anlamı da askerlikte müşavir, hoca demektir. Bu unvanı taşıyan birçok Türk büyüğü vardır. Biz de Türk'e her alanda atalık etmiş, Türklüğü kurtarmış, istiklaline kavuşturmuş olan büyük Gazi'mize Atatürk diyelim. Bu bana şivemize de daha munis, daha uygun gibi geliyor." Bunun üzerine Gazi, Atatürk soyadını benimsemiştir.[253]
Atatürk, Mustafa Kemal adını askeriyede faaliyet gösterdiği yıllar içindeki gelişimi ve başarılarından mütevellit hak ettiği Bey (1911), Paşa (1916) ve Gazi (1921) unvanlarıyla birlikte kullandı ve hem yaşadığı dönemde hem de ölümünden sonra o adla tanınır oldu; cumhurbaşkanlığına seçildiği 1923'ten, kendisine Atatürk soyadının verildiği 1934'e dek gazete gibi medya organlarında ona sıkça "Gazi" denerek hitap edilirdi. 1935'te, Soyadı Kanunu'ndan sonra çıkarılan nüfus cüzdanlarından ikincisinde, Arapça bir ad olan Kemal'i milliyetçi tavrı doğrultusunda Eski Türkçede "büyük kale" anlamına geldiği iddia edilen[254] Kamâl[255] adıyla değiştirdi. 1934 ve 1935'te çıkarılan iki nüfus cüzdanına da Mustafa adı yazılmadı.
Atatürk'ün Kemal yerine kullandığı adla ilgili olarak Atatürk hayatta iken Anadolu Ajansı tarafından şöyle bir açıklama yapılmıştır:
Ancak doğrudan doğruya kale ve ordu anlamına gelen kamâl sözcüğüne sözlüklerde rastlanılmamaktadır. Özbekçenin açıklamalı bir sözlüğü olan Oʻzbek tilining izohli lugʻati adlı sözlükte qamal sözcüğünün tanımında bu iki sözcük birlikte geçmektedir: Şehir, kale, ordu vb.ni teslim olmaya zorlamak amacıyla düşman koşunlarını kuşatmaya alma ve bu durumda tutma; kuşatma, muhasara.[257] Aynı sözcük Kazakçada "kale" ve "sur" anlamlarına gelmektedir.[258]
Dinî inancı
Ana madde: Mustafa Kemal Atatürk'ün dinî inancı
📷
Atatürk, 23 Nisan 1920'de TBMM'nin açılışında dua ediyor.
Atatürk'ün dinî inancı, onun söylemleri ile cumhurbaşkanlığı dönemindeki sosyal ve politik uygulamaları esas alınarak farklı biçimlerde yorumlanmaktadır. Kimi araştırmacılar onun dine ilişkin söylemlerinin dönemsel olduğunu vurgulamakta ve bu konuyla alakalı olumlu görüşlerinin 1920'lerin başlarıyla kısıtlı olduğunu belirtmektedirler.[259]
Bir sözünde dini "lüzumlu bir müessese" olarak gördüğünü ifade eden Atatürk, başka sözlerinde de İslam için "bizim dinimiz" ve "büyük dinimiz" gibi ifadeler kullanmıştır.[260] Ayrıca Kur'an için "şanı büyük" ve "en eksiksiz kitap", Muhammed için "peygamberimiz efendimiz hazretleri" ve "Allah'ın birinci ve en büyük kulu" demiştir.[260] 1922 ve 1923'te yaptığı iki konuşmada "Allah birdir, büyüktür." demiştir.[261] 1923 yılında kendisine armağan olarak Kur'an gönderilmesine "Bence kıymetini takdire imkân olmayan bu hediyeyi, en derin ve hürmetkâr din duygularımla muhafaza edeceğim." sözüyle teşekkür etmiştir.[260] Atatürk'ün Dolmabahçe Sarayı'nda zaman zaman yakın dostlarıyla bir araya geldiğini ve kendisinin de bu ziyaretlere katıldığını anlatan manevi kızı Ülkü Adatepe, onun bazen efkarlanıp eski hikâyelerini anlattığını, savaşa giderken daima ellerini açıp "Allah'ım sen Türk milletini hiçbir zaman esir etme." diye dua ettiğinden bahsettiğini belirtmiştir.[262] Atatürk, Türk milletinin dinî inancı ile ilgili bir sözünde şu ifadeleri kullanmıştır:
Atatürk'ün, dini "lüzumlu bir müessese" olarak gördüğünü belirttiğine ilişkin sözüne karşın "dini olanların fakir kalmaya mahkûm oldukları" ve bu nedenle "öncelikle din anlayışını kaldırmak" gerektiğine inandığına ilişkin görüşleri için de kaynaklar mevcuttur. Kâzım Karabekir'in belirttiğine göre, Atatürk ona din ile ilgili olarak dini olanların kazanamayacağını ve fakir kalmaya mahkûm olduklarını söyleyip netice olarak önce din anlayışını kaldırmak gerektiğini söylemiş[263] ve bu sebeple Kur'an'ın anlaşılarak okunmasına önem verip Türkçeye çevrilmesini emretmiştir.[260][264] Ayrıca İslam'a ilişkin olumsuz sözleri de bulunmaktadır. Karabekir'in anlattığı üzere, Atatürk Balıkesir'de hutbe okumasına karşın daha sonra Kur'an ve Muhammed ile ilgili olumsuz sözler etmiştir.[265][266]
Farklı bir görüşe göre, 1926-27 yılları arasında Atatürk ile röportaj yapan Grace Ellison, 1928 yılında yayımlanan Turkey Today adlı kitabının 24. sayfasında Atatürk'ün kendisine şunları söylediğini yazmıştır:
📷
Atatürk: "Türkiye Cumhuriyeti'nde herkes Allah'a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dinî fikirlerinden dolayı bir şey yapılmaz. Türk Cumhuriyeti'nin resmî dini yoktur. Türkiye'de, bir kimsenin fikirlerini zorla başkalarına kabul ettirmeye kalkışacak kimse yoktur ve buna müsaade edilmez. Artık samîmî mutekitler, derin iman sahipleri, hürriyetin icaplarını öğren."
Atatürk ortaokul ve liselerde ders kitabı olarak okutulması için kendi el yazısıyla kaleme aldığı Medeni Bilgiler adlı kitabın ilk ve en uzun bölümü olan Millet bölümünde şunları yazmıştır:
"...Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de Mısırlıların ve sâirenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir tesir etmedi. Bilakis, Türk milletinin millî rabıtalarını gevşetti; millî hislerini, millî heyecanlarını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü, Muhammed'in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde şamil bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu. Bu Arap fikri, Ümmet kelimesi ile ifade olundu. Muhammed'in dinini kabul edenler, kendilerini unutmağa, hayatlarını Allah kelimesinin her yerde yükseltilmesine hasretmeğe mecburdular. Bununla beraber, Allah'a kendi millî lisanında değil, Allah'ın Arap kavmine gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve münacatta bulunacaktı. Arapça öğrenmedikçe Allah'a ne dediğini bilmeyecekti. Bu vaziyet karşısında Türk milleti birçok asırlar ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin adeta bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kur'ân'ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler..."
"...Türk milletini Allah için, Peygamber için topraklarını, menfaatlerini, benliğini unutturacak, Allah'la mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular..."
"...din hissi, dünyanın acısı duyulan tokadıyla derhal Türk milletinin vicdanındaki çadırını yıktı, davetlileri, Türk düşmanları olan Arap çöllerine gitti. Artık Türk, cenneti değil, son Türk ellerinin müdafaa ve muhafazasını düşünüyordu. İşte dinin, din hissinin Türk milletinde bıraktığı hatıra..."
"...Kralların ve padişahların istibdadına dinler mesnet olmuştur..."
Öte yandan 1 Kasım 1937'de yaptığı meclis konuşmasında şu sözleri söylemiştir:
Atatürk 1931 yılında Türk Tarih Kurumu Başkanı Tevfik Bıyıklıoğlu'na yazdığı sansürlenmiş mektubunda[269] şöyle diyor:[270]
"Arabistan yarımadasının kumsal çöllerinden; (Ikre, Bismi, Rabbi) safsatasını esas tutmuş olan Araplar, uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır."
"...asıl kilise yakınına gelindiği zaman deveye binmek sırası köleye geldiğinden ötürü Ömer’in yürüyerek; Arap ırkından başka ve yüksek ırklardan oluşan ordunun yüksek ve muhteşem huzurunda o ordunun kumandanlarına karşı yerden taş alarak atmak suretiyle gösterdiği çıplak ve çıfıt Araplık malumunuzdur. Bunu artık Türk çocuklarına bir erdem gibi okutmakta ısrar gösteren notları göz önüne almalısınız."[271]
Atatürk, 20 Temmuz 1915'te Madam Corinne'e gönderdiği mektubunda şunları diyor:
"Görüyorsunuz ya Madam, benim insanlarım şehit olmayı ararken de budalaca davranmıyorlar. Peygamberimiz ne kadar bilgeymiş. İnsanların gerçek arzularını ne kadar iyi biliyormuş. Bana gelince, çok yazık ki, bu inanmış insanların, Allah vergisi nitelikleri bende yok, ama bu nitelikleri desteklemeyi de hiç ihmal etmiyorum.
Çok garip bulduğum bir şey var. Erkeklere huriler ve başka güzel eğlenceler vadeden Hazreti Muhammed, kadınlar için hiçbir taahhüde girmiyor. Bu duruma göre ölümden sonra erkekler, cennetteki kadınlara sahip olarak hoş vakit geçirirlerken, kadınların dayanılmaz hale düşecekleri anlaşılıyor. Öyle değil mi?
Gördüğünüz gibi Madam, dağdağalı ve kanlı bir yaşama alıştıktan sonra da insan, cennet ve cehennemden söz etmek ve hatta yüce Tanrı’yı bile eleştirmek için zaman bulabiliyor. Madam, eğer Tanrımızı eleştirerek günaha girmemi önlemek isterseniz, çarpışmalar dışında kalan zamanımı, hangi meşgaleyle geçirebileceğim konusunda lütfen bana yol gösteriniz."[272][273]
Atatürk, 20 Mart 1937'de, Ankara Palas'ta; dönemin Romanya Dışişleri Bakanı'na şu sözleri söylemiştir:
İlgi alanları
📷
Atatürk Çankaya Köşkü'ndeki kütüphanede, 16 Temmuz 1929.
📷
Mersin Deniz Müzesi'nde sergilenmekte olan, Atatürk'ün kendi el yazısıyla aldığı jeoloji notları.
Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi severdi. Tavla ve bilardo oynamak hoşuna giderdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine ilgi duyuyordu. Sakarya adını verdiği atına ve köpeği Foks'a çok değer verirdi. Bir yaveri zengin bir kitaplık oluşturan Atatürk'ü boş zamanlarında elinden tarihle ilgili kitapları düşürmeyen biri olarak anlatır. Başka meselelerle ilgilenmek yerine gereğinden fazla tarihi kitap okuyor olmasına bozulan bir politikacının ona "Kitap okuyarak mı Samsun'a çıktın?" demesi üzerine Atatürk şu yanıtı verir: "Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydı, bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım."[276] Çankaya Köşkü'nde sık sık devlet adamlarının, sanatçıların, bilim adamlarının, dostların davet edildiği, ülke sorunlarının da konuşulduğu akşam yemekleri verilirdi. Temiz ve düzenli giyinmeye önem verirdi. Doğayı çok severdi. Sıkça Atatürk Orman Çiftliği'ne gider, modern tarıma geçiş amacıyla yürütülen çalışmalara bizzat katılırdı. İleri derecede Fransızca ve az Almanca biliyordu.[277]
Afet İnan; öğretmeni olan İsviçreli antropolog Profesör Eugène Pittard'ın, kendisine doktora tezi olarak verdiği "Türk Milleti’nin Özellikleri" konusunda Atatürk'ten yardım istedi. Atatürk; Afet İnan'ın önce kendi görüşlerini yazmasını ve fikirlerini daha sonra belirteceğini söyledi. Afet İnan'ın uzun çalışmasına karşılık, Atatürk kurşun kalemle, iki küçük not kâğıdı üzerine kendi tanımını yaptı.[244]
1939’da dönemin antropoloji alanında en saygın akademik yayın organlarından R***e anthropologique’de Pittard’ın Atatürk hakkındaki uzun bir makalesi çıktı. Derginin bu sayısı böylece Atatürk’ün anısına ayrılmış ve makale kapakta yer etmişti. Fransızca yazının başlığı “Antropolojiyi ve Tarihöncesini Canlandıran Devlet Adamı: Kemal Atatürk” idi. Bu makale Eugene Pittard’ın yıllarca Türkiye’de gözlemlediği bilimin evrimi ve Atatürk’ün bilime olan derin tutkusu üzerineydi.[278] Atatürk Hitit uygarlığı hakkındaki kazıların tutkulu bir takipçisiydi. Eugene Pittard, Atatürk'ün direktifleri ile Anadolu’nun birçok yerinde kazılara başlandığını ve çok önemli bulgular ortaya konulduğunu kaydediyordu.[279] Tarihçi İlber Ortaylı'ya göre her ne kadar zaman zaman Mustafa Necati gibi eğitimci kimseler çıksa da millî eğitim konusuyla CHP'de ilgilenen tek kişi Mustafa Kemal idi.[280]
Şahsi ilişkileri
📷
Fikriye Hanım
📷
Kemal Paşa ve Latife Hanım Afyon'da, 23 Mart 1923.
📷
Kemal Paşa, Latife Hanım ve ailesiyle, 1923.
📷
Atatürk ve Latife Uşşaki'nin evlilik fotoğrafı.
Ali Rıza Bey ve Zübeyde Hanım'ın Fatma (1872-1875), Ahmet (1874-1883), Ömer (1875-1883), Mustafa (Kemal Atatürk) (1881-1938), Makbule (Boysan, Atadan) (1885-1956) ve Naciye (1889-1901) adında altı çocukları oldu.[281] Fatma dört, Ahmet dokuz, Ömer sekiz yaşlarında iken o senelerde salgın olan difteri, o zamanki adıyla kuşpalazı hastalığından öldüler. En küçük kardeş Naciye, Mustafa Kemal'in Harp Okulu'nu bitirdiği sene, on iki yaşındayken verem hastalığına yakalanıp hayatını kaybetti. Makbule Hanım 1956 yılına kadar yaşadı.
Makbule Atadan ve Salih Bozok'a göre, küçük Mustafa 12 yaşındayken Binbaşı Rüknettin'in 8 yaşındaki kızı Müjgân'a âşık olmuştur. Makbule Atadan'a göre ikinci aşkı Hatice olmuş ve Hatice'nin annesi müdahale ederek ilişkisini kesmiştir. Ardından Selanik Askeri komutanı Şevki Paşa'nın 12 yaşındaki kızı Emine (Emine Arık)'ye matematik dersi verirken âşık olmuştur. Bunun dışında Selanik'teyken Rum asıllı tüccar Eftim Karinte'nin kızı Eleni Kriyas'a âşık olduğu söylendiyse de kanıtlanmamıştır.
Millî Mücadele döneminde Ankara İstasyon Binası'nda ve eski Çankaya Köşkü'nde Zübeyde Hanım'ın ikinci eşi Ragıp Bey'in yeğeni Fikriye Hanım ile birlikte yaşıyordu.[282] Verem hastası olan Fikriye hanım tedavi olması için Almanya'ya gittikten sonra 29 Ocak 1923'te İzmir'in sayılı zenginlerinden Uşakizade Muammer Bey'in kızı Latife Hanım ile evlendi.
📷
Zehra Aylin, Rukiye Erkin ve Sabiha Gökçen.
Mustafa Kemal'e âşık olan Fikriye Hanım, onun Latife Hanım'la evliliğini öğrenince Türkiye'ye geri dönmüştür ve ilk işi köşke gitmek olmuştur. Ancak Latife Hanım onun geldiğini görünce Atatürk'e haber vermeden yavere emir verir ve onu köşkten yaka paça attırır. Bunun üzerine Fikriye Hanım'ın Çankaya Köşkü'ünde tabanca ile intihar ettiği söylenir. 1924'te yapılan Sonbahar Seyahati sırasında Latife Hanım'la kavga eden Mustafa Kemal Paşa Erzurum'dan İsmet Paşa'ya telgraf çekerek boşanacağını bildirdi. Ancak az sonra yaverleri Salih Bey (Bozok) ve Kılıç Ali Bey'in aracılığıyla boşanmasından vazgeçti.[283][284] Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü.[285]
Atatürk'ün manevi evlatları Abdurrahim Tuncak, Afife, Zehra Aylin, Rukiye Erkin, Nebile İrdelp, Sabiha Gökçen, Afet İnan, Sığırtmaç Mustafa ve Ülkü Adatepe'dir.[286]
1916 yılında Bitlis Rus işgalinden kurtarıldığı yıllarda 16. Kolordu Komutanı Mirliva (Tuğgeneral) Mustafa Kemal Paşa, savaşta bütün aile fertlerini kaybeden ve kimsesi kalmayan Abdurrahim'i evlatlık edindi. Abdurrahim bakılması için İstanbul'a annesi Zübeyde Hanım ve kız kardeşi Makbule'nin yanına gönderildi.[287][288] Zehra Aylin veya Zehra Mehmet; (Amasyalı Mehmet'in kızı), 1936 yılında Londra'dan ekspres treniyle Paris'e yolculuk ederken Amiens yakınlarında trenden düşerek hayatını kaybetti. Sabiha Gökçen ise ilk Türk kadın pilot[289] ve dünyanın ilk kadın savaş pilotu[290] oldu.
Ölümü
📷
Atatürk'ün ölümünden sonra çekilen bir fotoğrafı, Dolmabahçe Sarayı.
Ayrıca bakınız: Atatürk'ün son günleri ve ölümü ve Anıtkabir
Atatürk'ün sağlık durumu 1937 yılından itibaren bozulmaya başladı. Kendisine 1938 yılı başlarında siroz teşhisi konuldu. Avrupa'dan doktorlar getirildi. Mehmet Kâmil Berk 15 Ekim 1938 tarihinden onun ölümüne değin hekimliğini yapanlardan biriydi.[291] Kötüleşen sağlığı Türk ve yabancı doktorların tedavilerine sonuç vermedi.
Atatürk, 10 Kasım 1938 sabahı saat 09.05'te İstanbul Dolmabahçe Sarayı'nda hayatını kaybetti. Cenazesi, gerçekleştirilen törenle Ankara'ya uğurlandı ve naaşı, 21 Kasım 1938'de burada yapılan bir törenle Ankara Etnografya Müzesi'ndeki geçici kabrine konuldu. Bundan 15 yıl sonra da 10 Kasım 1953'te kendisi için yaptırılan Anıtkabir'deki ebedi istirahatgâhında toprağa verildi. Vasiyetinde varlığını Türk Tarih Kurumuna ve Türk Dil Kurumuna bıraktı, Makbule Atadan'ın Çankaya'da oturmasını istedi, Makbule Atadan'a ve manevi kızlarına maaş verilmesini istedi, ayrıca İsmet İnönü'nün çocuklarına yurt dışı eğitimleri için gerekli olan desteğin verilmesini istemiştir.[292][293]