06/11/2024
Gün doğarken, ormanın derin sessizliğini bozan tek şey hafif bir esinti ve yaprakların hışırtısıydı. Tavşan, günün ilk ışıklarıyla yuvasına doğru yol alıyordu. Çünkü onu bekleyen, daha birkaç günlük, küçücük bir yavrusu vardı. Henüz gözleri tam olarak açılmamıştı yavrusunun, annesinin sıcaklığını hissederek uyuyordu.
Ancak birden, bu huzurlu sessizliği bozan o korkunç silah sesi yankılandı. Tavşan irkildi ve ne olduğunu anlayamadan, vücudunda bir acı hissetti. Yaralanmıştı. Yavrusuna dönmekten başka bir şey düşünemez halde, can havliyle koşmaya başladı; bilmediği bir yöne, sadece kaçabilmek için. Her adımında acısı daha da büyüyor, gözlerinden korku ve çaresizlikle yaşlar süzülüyordu. Ama pes edemezdi, çünkü yavrusuna ulaşması gerekiyordu. Onu yalnız bırakamazdı.
Arkalarından gelen avcılar ise sadece "av"ı görüyorlardı. Tavşanın içindeki yaşam mücadelesini, yavrusuna ulaşma çabasını değil; yalnızca onu yakalama arzusu içindeydiler. Ormanın karanlık gölgeleri arasında kırılan dalların sesiyle izini sürdüler. Gözlerinde merhametten eser yoktu; tatmin duygusuyla yanıp tutuşuyorlardı.
Tavşan, en sonunda bir köşeye sıkıştı; arkasında uçurum, önünde acımasız avcılar. Yüreği, yavrusuna bir daha kavuşamayacağını hissetmenin korkusuyla daha da hızlı atmaya başladı. Gözleri çaresizlik ve korkuyla doldu. Geride kalan yavrusunun aç ve savunmasız kalacağını bilmek, ona hissettiği acıdan daha fazla acı veriyordu. Geriye dönüp bakarken, gözlerinde küçücük yavrusu için duyduğu derin bir hüzün vardı.
İşte böyle bir dünyadayız. Bir tarafta, yavrusuna dönebilmek için her şeyi göze alan, masum bir yaşam; diğer tarafta ise sadece kendini düşünen, bencilce ve acımasızca izini süren avcılar... Bu dünyada, güçlünün zayıfı yok saydığı, yaşamın ve sevginin değersiz görüldüğü bir dünyada, vicdanın sesi ne kadar yankılanabilir ki?
Esma Arslan