ALEV Dergisi / Списание АЛЕВ

ALEV Dergisi / Списание АЛЕВ Bulgaristan Türkleri'nin dili, edebiyatı,inançları, folklloru ve araştırmalar.(Литерат?

21/01/2025
22/12/2024

BİR ANNEYİ „ÖLDÜRMEK“ NASIL OLUR?

Bir Türküsün kalbimde
Şarkı olamadın sen,
Türkü, söylenir gider
Şarkı yazılır, biter...

Türküyü doğa kaptı
Dere aşırdı, saçtı,
Dağ tepeler inledi
Ağaçlar, kuşlar sesledi.

Türkü can oldu, uçtu
Tanrı’yı kucakladı
Gezegen, yıldız titrer
Kainat Türkü dinler...

(“Türklüğüm” şiirinden alıntıdır.)

20 yıldan beri Türk kültürü ile baş başayım. Bu da nasıl bir beraberlik. Onu araştırmak, anlamak, anlatmak biraz geri, çocukluğumun yıllarına dönmek gerektirdi.
Ben, şahsen bir totaliter rejimin yetiştirdiği çocuğuyum. Henüz, 6-7 yaşlarında okula girdim ve oradaki eğitim sistemi sayesinde bilgileri öğrenmeye başladım. O yılların bilgi dağarcığı tamı tamına bilinçli ve asırlar boyu Rus esaretinin planladığı, diğer halkları eritme amacı, kimliksiz, kolayca halkı idare eden, bir sistem idi. Bu sistemi anlamak, bazı perde arkası kurgularını açıklamak gerekirdi. Kolay çözüm değildi. Bir hayli hayati yolu almak, uzun zaman siyasi sistemlerin tarihi özelliklerini öğrenmek ve en azından bin kitabı aktarmak, cümlelerdeki gizliliği açıklamaktır.
Düşünelim 7 yaşında olan bir çocuğu: Evdeki çevresi biraz kimlik sahibliliğinden yoksun ise, sayabiliriz ki, bu çocuk elden alınmış, asimile olmaması imkansızdır.
Biz, bu sistemi yorumlar iken, tek bir dalda duralım-kalalım – Türküler!
Babaannemizin söylediği türküleri, okuldaki türküler ile karşılaştıralım. Ninenin söyledikleri evde, tarlada, ağır çalışma koşullarında söylenir. Okulda ise, her öğrenci zor derslerden nefes almak için, can atmak amacı ile onları bekliyor. Neden “zor dersler”? Bunlar matematik veya başka bir ders değil. Onlar, sizin evde, sokakta konuştuğunuz Türkçe dilinde değiller. Tüm dünyanıza karşı, tanımadığınız, görülmeyen bir dev gibi korkunç yenilikte, yabancı dil. Evdeki anne baba yardımı da sizi pek kolaylaştırmıyor. Onların bildiği yabancı dil, yarım yamalak ve sık sık hata yapmanızı ortaya çıkarır.
Bazı öğretmenler, kimi Türkçe dilini, az veya çok bilir, kimi de sizin nefretliğinizden bin kere daha çok içleri doldurulmuş, size karşı kendi nefretliğin meyvelerini sokuveriyor:
“Siz, cahilsiniz, cahil kalacaksınız!...”
Bu çeşit hakaretlerden dolayı, birinci sınıfta 32 öğrenciden tek 12 kişi ikiye geçti. Tabi bazıları iki, üç defa tekrar edecekti. Siz ise, yeni, yeni tekrar eden ağabeyler ile devam edeceksiniz. Bazılar ya dördüncü sınıfta sona erecekler, yada beş/ altı gibi.
Arasıra bazan öğretmenler bir başka, size insancil davranmak, hitap etmekte bulunurlar.
Ve gelelim o, merak ettiğiniz, nefes veren türkü derslerine.
Siz, o kadar sevdiğiniz, anasütü gibi sevimli, tatlı Türkçe dili türkünüz aşağılanır, retedilir. Ve dahası da var, hiç bir yerde sahneye koyulmuyor, alkışlanmıyor. Evet, alkış almanız tek ormanda, tarlada, tepe üstünde yankılanan seslerdir. Veya karşıdaki tepe çayırında tırpan biçen Pomak amcanın haykırışı: “Fatmeeee, bir daha söyle!”
Ona, çocukluğunuzda hala yasaklık gelmemişti, diyelim.
Fatme söyleyecektir. Bir iki yıl. Sonra ona da yasaklık gelmiş, susturulacaktır.
Yıllar geçtikçe Türkçe dilinizi, türkünüzü, tüm varlığınızı aşağılaya aşağılaya kömür giysi geydirmişler ve sistem sizi o yabancı türküler ile yetiştirmiş, sahnelerde alkışlamış, pohpohlamıştır...
Çocuktunuz... Tabi ki, sevindirici olaylar sizin hoşunuza gider ve onların sayesinde kanatlanır, uçarsınız.
Ya babaanne türküleri?
Onlar, beynin gizli bir köşesinde kalmış, susuz, güneşsiz, toprağın sıcacık, nemli kucağından da mahrum olmuşlar, ölmek üzere...
Siz, o türküleri gizlemek zorundasınız. Artık büyüdünüz ve aile de kurmuşsunuz. Evdeki mutfakta çanak-çömlek yıkar, kendi türkünüzü mırıldarsınız. Evet, mırıldamak da bir nevi sözsüz söylemektir. Çünkü bir komşu “yabancı” sözleri duyar, sizi ele verir.
Ama içinizdeki o, çocukluğunuzdan kalan, sahne merağı... “Bir gitsen Anavatana da, bir binsen sahneye de, bir söylesem içimdeki o hayat dolu Türkçe türkümü... “Biçerim, biçerim anneciğim demedim dolmaz...”
Ve bu tür anlarda, çeşmeden akan sular, gözyaşı damlalarına karışır, yutar gider, onları da yok eder... Tam sizin türkünüz gibi.
Çocuk edinirsiniz. Ona içinizdeki sevimli Türkçe türküyü söyleyemezsiniz. Korku var. Sizi başlıca bu sistem öylesine bağlamış, bastırmış ki, işten kovulursunuz. Hele, diyelim, çocuğunuz gitti, anaokulunda türkünüzü söyler ise? İşten kovulmak değil, hapis bile sizi kurtaramaz!
Dönüverirsiniz kendi iç dünyanıza. Ama çocuğunuza nasıl bir türkü öğreteceksiniz?! Ne kadar iyi bir makamı, sözleri olsa da, o yabancı, içinizi ısıtmayan bir türküdür!
Gece olur. Ah, geceler! Onlar sizin özgür dolu dünyanızdır. Ses çıkarmadan, istediğiniz türküyü “bağırıp-çağırırsınz”. İçinizi döker, boşaltırsınız. Orada kimse yok. Size, okul sisteminin öğrettikleri “Yok Allah” dahi yanınızda yok olamaz. Siz varsınız, Allah’ınız var, Türkçeniz var, Türkünüz var! Var da var!
Bir kabuz gibi geçer, gider gecenin hakimiyeti. Başınız o kadar dolmuş ki, sabah sabah beyninizin içinde iki türkü karşı karşıya savaşır, günün acılarını karşılamaya çağırır. Sıkıp dişlerinizi onları evinizde bırakır, okula gidersiniz. Orada beyninizin özgür olması isteniyor. Küçük çocuklar sizden bilgi, saygı, sevgi ve de türkü öğrenmeyi bekliyor. Küçük, dünyaları tertemiz, sizden de tertemiz bilgiler edinmek istiyorlar...
Yaa, siz şehirde öğretmen mi oldunuz?
O, sevdiğiniz türkünün hali ne olacaktır? Seçin bakalım, söyleyin! İçinizdeki kan hareketi hızla yürüyüş değil, koşuş yapıyor, sizi raylardan dışarı çeker gidiyor. Tüm dünyanız gidiyor! İçinizdeki dünya altüst değil, kanlı pıhtıya dönüyor!
Yüzünüzdeki tebesümü asla elden kaçırmamalısınız. Ona, o küçük, tertemiz dünyalı çocukların ihtiyacı var. Nası bir seçenek yapacaksınız?
Çok kolay... Bir maske takıp sahneye çıkar gibi dersinize gireceksiniz. İçinizdeki anasütü türküyü daha da gizleyip, o yabancı türküyü söyleyeceksiniz. Hem de nasıl?!
Seve... seve...
Bu maske size yardım etti, diyelim. Günler geçti, geçti yıllar. Sizin de çocuklarınız bu eğitim sisteminde yetişti. Sizin iç dünyanızdan hemen hemen haberdar değiller veya içlerinde bir şüphe hisi onları o “korkunç, aşağı dilden, türküden” daha da uzaklaştırdı. Onların hali ne olacaktır?
Evallah! Demokrasi geldi! Sevinçten uçakların uçuşunu bile geçtiniz... Ve kendinizi anlatmaya çalışırsınız.
Zavallı ümitler, inandırıcı olmayan hayaller...
İçinizde yıllarca gizlediğiniz gerçekleri anlatmaya çalışırsınız. Ama sizi seven, anlayan çocuklar, kendi çevresinde bu gerçekleri anlatmak, onları o çevreden uzaklaştırır, hayati sorunlar çıkarır. Onlar ne yöntem tutacaktır, ki?!
Evet, her sorunun bir çözümü bulunur. Ya sistemle beraber olacaksın, ya ona karşı, tek başına, savaş açacaksın, yada savaşın imkansızlığına kapılacaksın.
Alayola koyulmak için tüm yeni sistemin araçlarını kullanmak istiyorsunuz. Hem kendi dil haklarınızı da. Karşınıza ne çıktı?!
“-malık-melik” (aldatmalık-göstermelik) dersler!
Ya da kitap mı yazacaksın? Ha bakalım bir hangi kırtasiye sizin kitaplarını satışa çıkaracak mı, yoksa bir hangi TV yayında tanıtma fırsatı bulunacak mu... Hey gidi çukura basan ayak! Senden önce “iz bırakanlar” ya hapisleri doldurmuş, ya yurdundan yuvasından kovulmuştur. E, siz dokumazlaaar. Ama gizli gizli tüm yollar kapalıdır. Bunu anlamak ister istemez anlayacaksınız.
Eğer başarmak ister isen, buradan uzaklara göç edeceksin. Batıya mı gittiniz?! Ha, hayrılısı olsun! Çok mu sevinçlisiniz? Türkçe okulu mu buldunuz?! Demeyin!
Türk olduğunuzu gizleyemezsiniz. O, çağdaş dönemin dillere destan olan “demokrasi sistemi” yöntemi, sizi tekrar eritecektir, velef ki, sözde, etnik grupları için slogan çok çok dikkat çekici ve inandırıcıdır: “Çokşekil beraberliği!”
Kapatın gözlerinizi, tıkayın kulaklarınızı, uyku zamanı çoktan ayarlanmıştır. Tam rayli bir sistemin otel kompartımanı!
O, asırlar önce kurulmuş, bunca Türk halkını asimile etmek Rus planı, devre dışı mı bırakılmıştır?! Eni sonu, “onu” tüm halklar benimsemiş ve başarılı olmuşlar ve olmaya devam ediyorlar...
Saygılar!
(Yazı, kısaltarak, Almanya’da yayınlanan “REFERANS” dergisinde “Batıya ne götürdük” balşığı altında yer almıştır.)

27.11.2019, Plovdiv, Emel Balıkçi

"GAZETECİLİK - AİLE DAVASI", Smolyan, 2024, kitabımızdan alıntıdır.

Anılarımdan en değerli biri. Yüce bir Türk şahsı Osman Kılıç ile sahne paylaşmak ne mutluydu!!!
30/10/2024

Anılarımdan en değerli biri. Yüce bir Türk şahsı Osman Kılıç ile sahne paylaşmak ne mutluydu!!!

25/10/2024

BOYUNDRUK

Krallık iktidarı düşmüştü. Yeni komünizm yöntemi eski kuralları çöpe atmış, yakmış, yoketmişti. Geçti geçmedi 10-15 yıl, tüm halkın malına mülküne el koyuldu, parasız pulsuz alındı.
“Biz, yeni, komünist dönemin insanlarıyız! Yep yeni birlik beraberlik biçimi devletiz! Halkın yaşam tarzını da yeni düzgüne geçireceğiz! Herşey ortak olacaktır! Tarla-çayır, dağ-orman, koyun sürüleri-hayvanlar, mal-mülkler! Beraber çalışacağız, beraber yaşam koşullarına katlanacağız, her şeyi eşitlik şeklinde paylaşacağız!”
Bu sloganları ortaya atan iktidar, ilk köy halkın malına-mülküne el sürdü. Karşı koyanları yurdundan-yuvasından, ülkenin bir ucundan bir ucuna sürüldü. Geri kalana parça-buçuk bahçe, hayvan olarak, eşek ve birer inek bıraktı. Koyunları, öküzleri, at katırları ise toptan aldı, yeni dikilen samanlık-damlara kapattı. Para denilen, hiç olmayacak maaşa çobanları bağladı. Onların başına da birer takipçisi tayin etti. Geri kalan işsiz malsız halk yaz aylarında “devlet” tarlalarında tütün veya patates çalışmalarına katlanmak zorundaydı. Erkekler ise, kendi baş, kendi tıraş. Kimileri, sağ-sola, muhtarlık verirse, bir hangi çalışma yerinde, kanal kazmak, yol açmak vb, ve orada beş burada üç gündelik karşılığı ile aile geliri. Ürünler ise, süt, deri, yapa, etler devlet ambarlarına girerdiler.
Zavallı halk! Göreceklerini Allah ve canları bilecekti.
Küçük bir dağ köyü ortamında Ayşe gelin sülalesi de bu acı gerçekleri yaşamış olacaktı. Saygısız bir aileye düşmüştü o. Hayatı acı ve zehir olacaktı. Eşi, tek oğul olduğu için, şımarık ve sorunluluğu taşımayı sevmeyen biriydi. Bunun da meyveleri kısa zamanda dünya üzüne çıkmıştı. Çalıştığı toptan dükkanda sağa-sola parasız-pulsuz malları dağıttı, veresiye verdi. Bir gün, iki gün aylar geçti. Sıra, cevap vermek zamanı başına çöktü. Devlet adamları onu mahkemeye verdi ve beş yıl hapiz cezası kesildi.
Ne olduğu ise, eşi Ayşe’ye oldu. Evde altı çocuk, iki yaşlı ve işsizlik başına kondu. Köyde bir yıl önce yeni okul açılmıştı. Ayşe gelin da müdürüne halini danıştı. O da süpürgeci gibi onu tayin etti. Edildi ama, ihtiyarların hoşuna hiç de gitmedi. Evdeki hizmeti, küçük çocuklara ara-sıra aş pişirmek, çanak çömlek, temizlik yapmak hep onu bekleyecekti. Kaynanası da ikide bir:
-Gelin, bak işe gitmek istersen, erken kalk ineği sağ, eşeğe de orak ile biraz taze ot kes! Odun getir, sobayı tutuştur da soğukta kalmayalım. Te, baban kambur hali ile ağır iş yapamaz. Sütü de pişir! O kızanlar uykudan kalktı mı ben ne zaman kahvaltı yapacam? Ha yemek, ha içmek...
-Ana, sen kahır çekme! Her şeyi yapacağım!
Ve akşamları ta yarı gecelere kadar ev işini kolaylaştırsın diye, onu bunu düzene koyar, hazırlık yapardı.
Halkı, asan-keseni, köy muhtarı idi. O da Ayşe’nin okula almasına karşıydı, çünkü kendi eşini oraya geçirmeye kolaylamıştı. Ne vardı ki, okul müdürü bunu uygun görmedi ve köyde zavallı bir aileye yardım olsun diye, sözünü etti. Bu da Ayşe hanım idi. Velef ki Bulgardı, o bir sürü tek başına kalmış öksül gibi çocuklara yardımcı olmak isterdi. Bir de, köyde, Ayşe gelin kadar başka biri düzgün Bulgarca konuşmayı bilen yoktu. Muhtar dahi. Okulda en başarılı çocuklar Ayşe’nin idi. Ayşe ona hem süpürgecilik yapacaktı, hem de saatlerde birinci sınıf, dili bilmeyen öğrenciler derslerinde, öğretmene yardım edecekti. İşe başlaya Ayşe hanım herşeyi yerine getirir, müdürün sözünü ikiye etmezdi.
Kış karları köyü bastırdı. Sabahları çocuklar okula geç kalır, bazıları da gelmez oldu. Müdür, bir hayli düşündü ve muhtarın makamına çıktı:
-Sayın Muhtar bey, dün çocuklar okula geç kaldı. Bazıları da gelemedi. Sokaklarda kardan geçilmez. Sizin sekreter ağabey sokakları temizler ise, çok faydalı olacak. Hem köylü rahatlıkla suya, dükkana, fırına ulaşır, hem de çocuklarımız okula geç kalmaz.
Muhtar, sakalını okşadı, düşündü gibi. Sonra bakışlarını müdüre doğru dikti, bir hayli derinleşe derinleşe gözleri ile baktı.
-Ha, çok iyi bir fikir! Sokaklar temizlensin! Ama bu sokaklardan sabah sabah ilk kimler geçecektir?! Okul çocukları! Onların geç kalmamasından kim sorunludur?! Siz Müdür efendi! Bakın, sokak temizlemesi okul süpürgecisine düşer! Zaten başka işi mi var! Ben kış odunlarını getirttim, kestirdim da! Ona ne kaldı? Hazır odunu yarmak ve sobaları yakmak. O odun hazırlıklarını okul saatlerinden sonra yapsın ve sabahları sokakları da ala-yola koyusun! Zaten devlet ona maaş sağlamış, hemen hemen benim kadar para alır!
Müdür da ne cevap vereceğini bilemedi. Ama araları açılmasın diye, Ayşe’yi kar temizlemesi ile uyardı.
Kış ayları, buzu-karı ile, soğuk donakları ile dağ köyünde uzun sürerdi. Ayşe erken erken sokakları temizler, okul sobalarını yakar. Eve döner inek sağır, em koyar. Ateşi yakıp sütü pişirir ve, ve tekrar okula koşarak gider, sobaları sönmesin diye. Bazan en büyük çocukları uyandırır yardım etsinler diye. Kimi okulda ateşleri takip ederler, kimi evdeki işlere yardımcı olurlar.
Kış geçti, “Yüz – sabanı düz!” vakti geldi. Pazar günleri Ayşe’ye sabahtan akşama kadar bahçe-tarla işi çıktı. Onun omuzlarına daha ağır, gaileleli çalışmalar çöktü.
Tarlanın biri, ev altında dik yamaç yer idi. Öküzler devlet hergelesinde. Kaynata, eşeği ve Ayşe’yi boyunduruğa koştu, toprağı sürsün diye. Nalet, ifrit adam gelinine acımasız davranırdı. Eşek kimi sağ-sola kayar, dik yerde tutunamaz ve tüm yük Ayşe’ye düşerdi. Kayar ise, sırtına ikide bir kırbaçlamak da eksik olmazdı. Komşunun biri bu gelinin halini görünce, dayanamadı:
-Ey Asan “ağa”, sen bu evladı anasız babasız mı buldun, yoksa Allah’tan da mı korkun yok?!, diye soru verdi.
Kendine ve hayata küsmüş, yetiştirdiği yaramaz çocuğundan ve devlet politikasından hıncını alamayan adam, tüm acıları Ayşe gelininden çıkarırdı. Onun zaten ömründe hoşgörülük, saygı sözü, hissi yoktu. Komşuya da bir çıkış çıktı:
-Sen neden işine bakmazsın?! Dün kuzenin muhtar oldu, bugün akıl vermeye kalktın! Aralan gözümün uğurundan zerre, kaldırırsam kırbacı, senin da kafanı kırarım!
-Yee, komşu, olma bu kadar sert, ya! Bu hayat kime kalacaktır. Dua et ki, Allah sana mutu, hayvan gibi yavaş bir gelin bağışlamıştır! Keşke bizim Fazilet sana gelin olsaydı da, görecektin gününü! Çömlekte osutturacaktı seni!
Asan da bir topaç toprak aldı ve komşuya doğru attı. Attı ama uzak olduğu için, vuramadı ve bu da onu daha çok öfkeletti. Hıncını almak için gene Ayşe gelinin sırtı “boşlukta” bulundu. Kaldırdı kırbacı var kuvvetle vurdu. Ayşe’nin gözlerinde kıvılcımlar çıktı, susarak boyundruğu çekmeye devam etti, gitti. Yere düşen tek göz yaşları bu acılarına şayit oldu.

(Gerçek olay üstüne yazılmıştır.)

25/10/2024

DOĞA VE BEN

Denizi sevemedim
Dağların çocuğuyum ben
Dalgaların sesi, ağaçların yel esintisidir,
Okyanusun halısı, yaylaların yeşil çimenleri.
Çay, ırmak, derelerin türküleri
Fısıldayan cennet yankılarıdır.

Ben, doğanın çocuğuyum!
Kör patikalar ile ormanı dolaşan,
Her yaprağı, ağacı okşayan biriyim.
O, yüksek boylu çamı, ardıcı da
Kayının kıskanç gölgesinde sığınarak
Geyik ürüyüşü izlemek istiyorum...

Görmek istiyorum çayır çimeni,
Renga renk dansçı kelbekleri da!
Binlerce, türlü türlü yükselen
Çekirge seslerine hayranım!
Onlar doğa türkücüleridir!

Siz, meşe ağıcını kucakladınız mı,
Dışpudak, kavak yapraklarına özen gösterdiniz mi?
Yolüstü, “alçacık tepecik/zıngırlı küpeçik”lere
Seve seve, parlayan, kıskanç güzelliğine
Doya doya baktınız mı?!

Mağara kapısında sığınarak yaz yağmurunu,
kışın lapa lapa karını seyrettiniz mi?
Deniz kıyısı ağlayan taşlar,
Sabah sabah yere serilen çiğ damlacıkları
Doğanın gözyaşları değil mi?

Balını bol bol veren
Yemeyimizi yetiştiren
Her mevsim ile bize anne, baba,
Kardeş, eş, dost, komşu olan
Kayıtsız, şartsız bağış eden,
Bizi seven Doğa, Atamızdır!
Karınca sarayı kümesi sırrını
Açıklamaya çalıştınız mı?
Tüm doğamız bir mucize, bir sırdır!
Ben de hala tanıyan biri değilim,
Doğa, Tanrı’mız, Cennetimizdir!

Doğayı kıskanıyoruz, ama o bizi kıskanmıyor,
Doğamı çok seviyorum, Tanrı’m beni kıskanmasın!

15.05.2024, Kaletepe, Yenimahalle.

22/10/2024

.DAĞ, KAHRAMANLAR, AKAR SULAR...

Rodop Dağları!
Dünyaca meşhur olmasalar da, dünyaca meşhur insanlara mekan sağlamışlardır. Bu iki unsurun – insan ve mekan beraberliği, bayramda, seyranda, işte, aşta, sayısız türküler, destanlar, maniler yaratmıştır. Günümüze dek geçerli bir atasözü vardır: Rodoplar, türkü söyleyemeyen insan asla doğuramaz!
Dağ, ne zaman insanın hayatına girmiş ve iç içe yaşamını beraberlik havasında sürdüre gelmiştir?
Böyle bir sorunun cevabı, binlerce asır geri dönmek ve insanı insan eden nesneleri araştırmaktan geçer. Ergenekon efsanelerine göre, insanın dağ ile ilk buluşması, yol açmak amacı ile gerçekleşmiş, bir nevi dağdan kurtulmak! Düşünür müsünüz: Dağdan kurtulmak mı var? İster ovada, ister çölde yaşa, hayallerde hep bir ormanın gölgesi, Dağların buz misali suyu değil midir? Halkımızın sık kullandığı bir deyim çıkar karşımıza: “adım başı”. Adım başı, Dağ cömertliliği hayatımızda değil midir? O, bizi kıskandı mı, haset etti mi, aşağıladı mı, saygısızlık gösterdi mi?
Büyük ölçüde insan, Dağ sayesinde insanlaşmış ve minnettarlığını, Tanrılaştırmak suretiyle kanıtlamıştır. O, insanın Tanrısı, evi, yolu, geçim ve su kaynağı, korumacısı, hayvanatı, bitkisi, ağaç barınağıdır. Dağ, insanın acısı, hayali, aşı, işi, sevinci… ve Türküsüdür!
Bir düşünün, insanın hayatını Dağsız, ormansız, deresiz, taşsız, yamaçsız nasıl görür, nasıl bulursunuz? Bu, güç bir davadır!
O, yüce Dağ, insanın yaşamıyla o denli sarmaş dolaştır ki, onsuz yaşamak, nefes almak doğrudan doğruya olanaksızdır. Her yaz Rodop halkı, değişik tepenin düzüne çıkar ve Dağına adanmış bayramlarını düzenler. Orada dualar okur, kurbanlar keser, şenlikler düzenler, tek sözle halkını bir araya toplar. Böyle bir gelenek, kadim dönemlerden kalan, insan inançlarını İslam ile birleştirmiş ve Dağ Tanrı’sını uzaklaştımamıştır.
Bizim Yüce Rodop Dağımız!
Kim bilmez Enihan Baba türbesinde Dağ bayramını; Koşukavak (Krumovgrad) Seid Baba kutlamalarını; Hıdrellezde Kıran tepe Evliya Baba türbesinde mevlid ve duaları, Kurban bayramlarda namaz ve kaynayan kurbam etleri kokusunu; Rusalsko Bezdüven Dağ yaylası yaz mevlitlerini; Ürkeden dağı şenliklerini ve daha nice nice dağ, tepeler üstünde günlerce, saatlerce dua okuyan cematimizi, sofra, sofra serilmiş birarada halkımızı?
“Tanrı’dan sonra niğmettir!” Bu gerçeği, tam Türk halkının düzenlediği geleneksel kutlamalarında görürsünüz ve onun birliği, beraberliğine hayran kalırsınız!
Bizim konumuz, şu Yüce Rodop dağımızda düzenlenmiş ve suya-ağaca, kahramana-halka, çiçeğe karıncaya dahi adanmış efsaneler, türkülerimiz.
Oturun dağ başı bir tepe üstüne! Bir “of” çekin, ses, yankılanır gider yükseklere... sanki derdinize derman olur gibi hisedeceksiniz kendinizi!
Bir türkü söyleyin! Etraftaki ağaç yaprakları tir titriyor yel eser gibi, türküyü, sanki tüm tepeler söylüyor! Büyüleyci bir yankı... Acep cenneten mi sesleniyor, evren mi?
Biz, Rodop dağı türkülerini araştırdık. Ulaşabildiğimiz kaynaklara göre, dikkatimizi ne çekti?
Dağsız, susuz, kahramansız, yolsuz, türküye hemen hemen rastlayamazsınız. Bazılarında dağ, başrol yerini alır, kimilerinde motif, doğaçlama, doldurucu, karşılaştırma biçimindedir. Kahramanları dahi anlatan türkülerde dağın kendi ağacı, suyu, tepesi canlı bir şahıs gibidir.
Doğduğum, yaşadığım yer, Rodop dağları, dereler, tepeler ile kuşatılıdır. Hele tepe tepe, ard arda akan ırmaklar, çaylar, dereler...
O “arda arda” akan Arda, Vırbitsa (Söğütlü) ve Vıça ırmakları, dolandığı tepeleri, oluşturduğu meandırlar, taşları yarmış kurt geçitleri; kimi gür gür sesleri ile savaş çağırıları veya sakin sakin, fısıltısız akınları, sanki bir uyku düzeni kurmuşlar gibi. Onlara katılan da onlarca dereler derecikler, şelale gibi yükseklerden düşen mücizeye benzeyen ses tonları. Bu aslında cenneti anımsatan güzelliklerdir. Çepelare çayı, Batak deresi, Stara reka, Dospat deresi, Muğla, Teşel dereleri, Malka Arda, Kara dere, Çepinska, Damı dere, Kesebir, Yağbasan, Krumovgradska (Burgaz dere) ve daha sayısız su akıntıları.
Rodop dağı bu sular ile kalmıyor. Onun özel bir zenginliği de maden suyu fışkırıkları, bazıları ırmak gibi, bazan da kaynaklar. Belki de dünyada en çok maden kaynağı olan bir dağdır.
Biz tepeleri de biraz sırayalım: Karabayır, Sütkaya, Irsıztepe, Çaltepe, Çilyaka, Göztepe, Perelik, Persenk, Karlık tepeleri, Torluk, Aladağ, Bezdüven, Beylik düzü, Ürkeden, Ayıdağı, Kıran, Oroztepe, Kızbunar, Sayinkaya, Baldıran, Turnaçayır vb. vb.
Rodop dağı çok ünlü şahısların yurdu yuvası olmuştur, Orfeyus, Seyid Baba, Hızır Baba, Evliya Baba, Enihan Baba, Sarı Baba, Elmalı Baba (ve nice Baba, Dedeler). Kahramanlar sayısı da, ne unutulur, ne anı, yazı, türkü söylemek ile biter: Ali Kırcı – Kırcaali şehrini kuran; Süleyman Tokatçık; Kara Bilal; üç kahraman arkadaşlar – Asancık, Kara kedi ve Debren’li Asan; Mehmet Sinap, Momçil batır halkı nice beladan, felaketten, yankesicilerden koruyanlar. Onlar ortaya çıkacak, halka ümit verecek, katillerinden intikam alacaktır. Daha nice Alançayırlar’ı Mehmet’ler, Süleyman-Ali’ler, Civan Yusuf’lar; Feride-Fatma’lar, Selime-Ayşe’ler, Kınalı gelinler, pembe şelvarlı kızlar acı ve neşeli türküleri ile “karşiki dağları” yıkıp-gidecekler. Bunlar, hayati olaylarından efsanevi türküler. Tüm Türk dünyası bilecek söyleyecektir, kimileri yasaklanmış, unutulacaktır da...
Biz kor altında kül olan olayları aydınlığa çıkarmak isteriz.
Düşünelim, Rus-Osmanlı savaşından sonra, bu topraklarda kalan toplumun halini. Herşeyden önce, ateşi yiyen bu toplumda aydın kısmıdır ve dişsiz, tırnaksız kalan halktır.
Gelelim Kara Bilal’a. Olay Birinci Cihan Savaşı civarında yaşanmıştır. Koşukavak yöresi, Karakuz köyünde onun hikayesine rastladık. Neden, yeni kurulmuş devlete ve devlet adamlarına karşı koymuş şu Kara Bilal? Bunlar ne yazılmış, ne kayda alınmış, tahmine ve anılarda kalmış olaylar. Ortada bir “eşkiya” var ve ona yardım eden, esmer güzeli Fatma. Adı ve şanı ağızdan ağıza gezen Fatma! Haset edenler de ona, Kara Bilalı’ın kara Fatma’sı demişler! Nasıl, nice olmuş? Halk, korkudan yıllarca bu olayı gizlemiştir, çünkü Kara Bilal cesur bir Türkçüdür.
Bilal da bu halkın korucusudur. Onun peşine düşenler, pusular kurmuş, halka baskılar yapmış. Bu da nasıl olur? Bilal’ın sevgilisi Fatma! Onu, hanım olarak aldatmak, korkutmak, takip etmek kolay! Görüştükleri samanlığı ateşe vermişler. Fatma yanmış gitmiş. Bilal, ateşler içinden çıkmış mı, çıkmamış mı, bilinmez. Aylarca, intikam almak için, onun yakınlarını basmışlar, araştırmışlar.
Yaşlı bir kadın, Bilal’ın hısım akrabası, aradan yakın 100 yıl geçtiğine rağmen, anlatırken sağ-sola bakınırdı ve: “Kızım, ninem, annemi oklava ile dövmüş, bir yerde ağızını kaçırmasın diye. Bilal bizim sülaledenmiş. Onun hikayesini tek biz biliriz ve bugüne kadar kimseye bildiremedik. Ahır zamanlardı, kızım. Ve hala da... Bizi ele vermeyeceksin kızım, emin et!
Kanlı bir yaşmak ninemin sandığında görmüştüm. Ara-sıra, kimse evde olmadan, hemen sandığı açar, başını kaldırır, camdan yola baktıktan sonra bir “of” çekerdi ve o, kanlı şamiyi, parmakları arasında tutarak dua okurdu. Bunu, bir defa musandırada gizlice helva yerken gördüm. O, anlarda ninem türküsünü bile sesle söylemez, ancak mırıldardı. Bizi de sürekli uyarırdı: Susun, Bilal sözünü duysanız da “çıt” çıkmasın ağızlarınızdan! Gizli gizli, ara-sıra ben de ninem gibi türküyü mırıldanırım...
O yıllarda çeteciler tarafından etraf köyler anakat edilir, Bilal’a yardım edenleri, hısımlarını ararlar. Bazı suçsuz canlar da kurban gitmiş. Deliveliler köyünde yabancı bir yolcu akşamlamış. Bir kolunda parmakları yanıkmış. Onu, köyden biri ele vermiş. Kim ve neymiş o şahıs, kimse bilmezmiş, ama adamcağızı yaka-paça sürmüşler Koşukavağa. Ne olmuş, ne gitmiş, kimse bilinmez...Belki de Bilal’ı ateşten kurtarandır. Kendi kendime defalarca sormuştum: Ninemin elinde neden kanlı mendil, nereden kalma? İşte Kara Bilal hakkında ben bu kadar bilirim. Sakın kızım, yalvarırım, adımı soyumu kimseye bildirmeyin!”
Sarnıç’tan ayrılırken, türküyü yol boyu mırıldadım, tam o yaşlı ninecik gibi, kimse duymasın...

İnme Kara Bilal Kesebir boyuna
Celatlar kuşattı çevre yolunu.
Girme Fatma gülün eski damına
O seni satmıştır beş mangırına...

Nice Kanlı sular akmış Kesebir ve Yağbasan çaylarından. Keşke dağlarımız koruyabilseydi... masum halkımız acıları çekmeseydi...
Eski, Bizans döneminde, kurulan bir kaldırım yolu var. Onu da, efsanelere göre, Tatar kraliçesi ve Bizans prensesi Bilon hatun yaptırmıştır: Trakya ovasından Rodop dağını kestirip Drama, Kavala'ya uzanır. Bu tarihi kaldırım yolu, günümüzde, ancak yaşlıların hatıralarında kalmıştır. Yol üstü Türk köyleri, eski zamanlarda bu kaldırım sayesinde bağlantı kurabilmişler (1878-ten sonra, Bulgar devleti, Rodop dağındaki elverişli yolları kapatmış, halka, yeni yollar açtırmış, yaylaları çam ektirmiştir.).
Drama, Drama, kimin hayatında hatıra bırakmamış ki? Onun pazarı, zindanı, sayısız türkülere konu olmuştur. Atice’yi denize ulaştıran kaldırım, Gülsüme’yi ipek bezi pazarına, Karakedi’yi - zindana… ve o, ağızdan ağıza düşmeyen türküler, köyden köye dolaşmış, söylenmiştir:

At martinini Debrenli Asan, karşıki dağlara
Martin da kurşunsuz işlemez Asan
Mor çuha şalvara...

Çek martinini Debren’li Asan dağlar innesin
Drama mahpusunda Debren’li Asan
Kara kedi seslensin...

Kimmiş şu Karakedi? Onun izleri de mi tarihten kaybolup gitmiş ve bu türkünün beyitlerinde kalmıştır?
Küçük çocuktum. Belki 8-9 yaşlarında. Ninemin “sağ” koluydum. O, annemin sözlerine göre “sokak süpürgesi” idi. Gezmeyi severdi ve ikide bir: “Fatma, te kızanın canı sıkılmıştır, onu biraz mağaleye (misafirlik anlamı) götüreceğim!” Bu anları ben de sabırsızlık ile beklerdim ve köy içine gezmeye can atardım. “Mağale” de yaşlı Rukiye yenge olsun
Cemka tete (teyze) vb neler duyardım neler... Zaten onlar akıl veren, bilgi kaynağı gibiydi. O hikayeleri aktarmaya çalışayım:
“Balkan savaşı günlerinden birkaç yıl önce imiş. Küçük köy’den göç eden, Demirci sülalesi oğlu imiş. Ailesini savaşlarda kaybetmiş ve devlet politikalarına karşı koyanlardanmış. Başka eşkiyalar ile gezermiş, Asancıka ve Debrenli Asan. Adını gizleyen biri. O kadar sessiz sedasız işlerini görürmüş ki, onun ne peşine, ne de geçtiği yollara rastlamak mümkün değilmiş. Gezdikleri yöre Batı ve Orta Rodop dağı yolları. Bu üç “kardeşi” biri ele vermiş ve Damı dere’yi geçer iken, pusu kuran devlet askeri, Asancıka’yı öldürmüşler. Karakedi tutuklanmış, Debren’li Asan ise, bir ayağı yaralı, kaçmış, kurtarmış yakayı.
Drama’da Karakedi’yi çok zorlamışlar, Asan’ı ele versin. Bazan yalanlar da yapmışlar ki, o da tutukludur. Ama Asan’ın tüfeği bam başka fişekler kullanır ve sedaları değşik ses çıkarırmış. Karakedi, kurşun seslerinden anlarmış ki, Asan tutuklu değildir.
Asan çok cabalamış Karakedi’yi Drama mahpuzundan kurtarsın. Kendini gizlemek için Arnavut Asan adını kullanmaya başlamış. Halkımız, onların sağ olduğu zamanda, türküler, efsaneler adamış, yüceltmiştir: “...siz üç kardaşsınız Debren’li Asan/ sensin arslan yürekli...” Daha neler neler söylenirdi bu üç kahraman için, ama ben de küçük yaş dolayı, hepsini aklımda tutamadım. Bizim Diko Alibaz enişte de çok hikayeler vardı, ama ani, gitti bu dünyadan. Bilirsin Ayşe alanın (hala) babası. Debren Asan’ı Karaçam altında yaralı buldular... Biz onu Arnavut Asana bilirdik. Sabriye yengeniz e-e, neden sonra kim olduğunu bize açıkladı. Gülka alan (hala) türkü da çıkardı onun için.”
Asan, Asan garip Asan
Ne yatırsın yol altında
Ne yatmasın yol üstünde
Ne yatmayın yol üstünde
Onyedi yerde yaralıyım..
O, Asan'ın geçtiği, Drama yollarını çoktan otlar, ağaçlar sarmıştır. Hatırlarda kalan, Osmanlı dönemine ait, bu yol üstünde bir askeri kışlası. Bulunduğu yer Çal tepe (hala duvar kalıntıları mevcuttur). Bir de türkü, "Savaş kurbanı", ebediyete taşınacak mısraları ile:
Çal tepesinde boru çaldılar
Merkez yerinde aber saldılar
Erkes aldı teskeresini yürüdü
Benim kardeşim Selçe kenarında çürüdü.

Çatallanmış kara çalı tikeni
Yol verin eyler, benim ömürcüğüm tükenir
Nam yoktur babam, yoktur annem aylesin
Kimsem yoktur gamlı yaraları beylesin (bağlasın).
(köy ağızı ile yazılmıştır)

Hancer bıçaktan, su içerken düşen, Üzdrümen’i kimler bilir, kimler hatırlar? İkiz kardeşler, asker görevinde. Acıları anlatmak için, bir türkü kalmış. Bu da yeterli…
Ovada, insanın sesi kaybolur gider, ama dağ başında sesler çınlar, yankılanır. Evrende Tanrı'ya, tepeler arasında yoldaşa, tarlada çalışan sevgiliye bile ulaşır, ulaştırılır.
Dağların yüceliği, insanı mıknatıs gibi çekmiştir. Bir hayal, amaç, bir hedeftir. Orada acıları da, merakları da, sevdaları da yaşamıştır gençler:
Çıkabilsem şu Balkanın düzüne
Çekebilsem nazlı yari dizime da, dizime...
Dağ yüceliği, her zaman insanın karşısına bir engellik gibi çıkar ve onu yardan, yuvadan da ayırır. Daha önce söylediğimiz gibi, “dağsız türkü yok”! Birkaç mısra örnek verelim:
Rodop dağları engindir, tarlaları zengindir
Irmakları hep çağlar, soğuk kaynakları var…”
"Rodopların etekleri gül ile döşeli,
Gül ile döşeli, yaylaları meşeli, ah doyamadım…" vb vb.
Çıkın bir Rodop tepesine ve haykırın: "Mehmeeet!" binlerce yanıt gelecek. Mehmet'in kaderi hangi türküye konu olmamıştır?
Biz, şu Cebel yöresindeki Bezirgen köyü, Alan çayırları’nı anlatalım: "Bir donla gömleğe kurban" giden Mehmet, kimlerin gönlünü sızlatmamıştır. Hele son arzusu: "söylemeyin anneme aklını bozar". İnsanı korkutur, aldadırsınız, ona iftira da atmak kolaydır. Ama gel gelelim şu Mehmet’in katili, köy Ağasına. Onun, Allah verir cezasını. Yıllar geçecek Mehmet’in acı sonucundan. Ağa da ahırete kavuşacak, ama ertesi günü, mezarı açılmış ve göğüsüne kocaman kazık kakılmıştır. Kim yapmıştır bunu, kim vermiştir hakkını?
Yaşlı, Şaban Ömerosman ağabeyimiz, o yıllarda (1930-da) 14 yaşındadır. Mehmet’in ecel sonunu gören, yaşayandır. Ama Ağanın da sonunu anlatırken: “Belki kızı yaptı, Mehmet’in yakınları olamaz. Onlar uzakta, Işıklar köyünde. Ama o uğursuz adam, halkımızı ayak altına almıştı, kimse onu sevmiyordu...”
Daha bir türküden söz edelim: Selime’nin isyanını analım. Kim söylemedi “Arda boylarını” “Şırıl şırıl…” akan Arda sularını? Selime gibi aşkın uğruna kendini feda eden, kişiliğini ortaya atan, pek az çıkmıştır:
"Arda boylarına ben kendim gittim
Dalgalar vurdukça can teslim ettim…"
Bırakalım Selime'nin acısını yastık altında. Geçelim Arda sularından karşıya. Aşk uğruna kendini dalgalara kaptıran Yusuf'u anmayalım mı? O, efsanelere girmiş bir olaydır ve asla unutulmayacak.
"Çıkar abanı poturunu Yusuf'um, kardeşin geyecek,
O sevdiceğin kız Feride'ye kimler haber verecek…"
Tarihlere girmiş olaylar asla unutulamaz.
Biz, insanı biraz mizahi türde düzenlediği türkülere de bakış atalım. Dağ, mizah konularında gülünç bir şekilde karşılaştırma görevini üstlenmiştir:
"Dağda fıstık olur mi, ateş yastık olur mi,
O benim minnoş yarim, gene servoş olur mi…"
Kimi ozanların mizah türkü uydurması zevki, eğlencesi, hatta geçim kaynağıdır. Ve her bir olay üstüne gerek garip, gerek komik, gerek yiğitlik türküleri düzenler. Örneğin: Yeni mahalle (Pazacık ili) köyü meşhur türkücü, ozan Şükrü Ati imiş. Bir olay köyde olunca, halk: "Hemen gidin filan ormanda tomruk çeker, bulun ve oyalayın Şükrü'yü. Öğrenir ise, dillerden düşmeyiz!"
Ati'nin Şükrü, sazı elinde değil, baltası elinde iken bile türkü düzecek:
Kıranın yüksek tepeleri
Ben seni almaycam Magbule’m
Leman’ın daha güzel memeleri…
Dostalar’ın areminde kancıklar
Akif Lemanı kucaklar
Çok tarikatsın mari Leman
Aldına amıcanın oğlunu…
O, kimseye hatır sallamayan biri. Dini görevini yerine getirmeyenleri de, uzaklaşanları, yine türküler sayesinde eleştirir:
Oroz tepenin dumanı
Ani bu köyün imamı
Ani bu köyün imamı
Okusun beygire Kuranı… Atinin Şükrü'sü gibi her köyün birkaç ozanı var. Kimi bağlama, kimi saz, kimi mandolin çalar, ama Rodop dağın en meşhur çalgı aleti gaydadır. O, kaba, derin sesli meşin torbası, dillere destan ve hemen her bir sülalenin bir köşesinde duvara asılı ustasını bekler. Genç, kıvrak kız gibi sesi uzatan ise, kavaldır. Aşk acılarını yansıtır, dağ tepeyi geçer, akar suları sesine eşlik eder:
Kız punar başında aman testi doldurur
Testinin kulbuna aman şahin bülbül kondurur…
Türkünün makamını kaval sesi mırıldarken, Rodopların derin nefesi alır gider, acıları boğumak için, suları bulandırır. Bu ses, Gülşade kızın Kızbunar’da yaşadığı felaket sesidir ve Dağ, onu yer yüzünden battırmak istiyor. Kulak asalım bu kızın kaderine.
Yıllar geçer, yenisi de geçecek. 1874-lerde Tatarpazarcık vali kızını kaçıran ve onu yokeden yankesicilerin adları çoktan yere batmiş, unutulmuştur. Ama, Kocabunar’ın Kızbunar olması olayı unutulmaz, nesilden nesile aktarılacak, türküsü söylenecektir.
Tek kız Gülşade’nin mi kaderi? Hele o, Yürük kızı Ayşe’yi... Onun koca çam altında adsız mezar taşını, hala kimse yörede unutmamış, unutmayacaktır. Çünkü o, bir Yürük baba kıskancı ve alçaklığı kurbanıdır. O minicik toruna ve yavru kokusunu almayan anneye nasıl kıyılır?
Gelir mi Ayşe’m, gelir mi
Basra’dan kına gelir mi,
Altın döşesem yolları
Yürük da kızını verir mi...
Döner mi Ayşe’m döner mi
Ocakta bakır döner mi
Kara da yerde kül olsam
Evlat acısı söner mi…
Rodoplar, bu coğrafyada en çok halk kaderini yaşayandır. Dediğimiz gibi, doğa insanın her şeyidir – evi, yolu, sığınak yeri, korumacısı, geçim kaynağı, acısı, aşkı, kaderi ve herşeye rağmen, dağ, bir inançtır, bir Türküdür!
DİP NOT:
*Tüm türküler Orta Rodop ağzı ile yazılmıştır.
**Delillere göre, M.Ö. 4-5 asırda Balkanlar’a İskit ve Avar Türk kabileleri Kuzey Karadeniz’den inmişlerdir. Balkanlar’da bir hayli nehir adları onlardan kalmadır – Yantıra (Yandere), Tuna, Tunca (Donca), Arda (Ardı ardına), İskır (Isı kır), Meriç (Mera içi) vb.
***Kaynakça, olayları Rodoplar’da geçen, dünyaca meşhur türküler: “Debrenli Asan”, “Alan çayırları”, “Civan da Yusuf” , “Arda boylarında”, “Savaş kurbanı”, “Cebelli kız”, “Rodopların etekleri”, “Rodop dağları be Pakize’m”, “Kız punar başında aman”, “Damı dere fışladı” (“Kalk gidelim Atice’m”), “Arabaya bindireyim Filibe’de gezdireyim”, “Gittim Filibe ovasına”, “Çıktım Cendem tepeye”, “Çelikli’den tuttum beriye yoluma” vb.
Köylü halkı önünde eğilerek teşekkürlerimizi sunarız!
(Bildiri, Alanya’da KIBATEK derneği düzenlediği Uluslararası Edebiyat Töreni’nde 2015-te sunulmuştur ve “Edebiyatta Dağ” antolojisinde yer almaktadır. Konuya yeni deliller de eklenmiştir.)

Address

Plovdiv

Website

Alerts

Be the first to know and let us send you an email when ALEV Dergisi / Списание АЛЕВ posts news and promotions. Your email address will not be used for any other purpose, and you can unsubscribe at any time.

Contact The Business

Send a message to ALEV Dergisi / Списание АЛЕВ:

Share