SİVAS KÜLTÜR DERGİSİ

  • Home
  • SİVAS KÜLTÜR DERGİSİ

SİVAS KÜLTÜR DERGİSİ Contact information, map and directions, contact form, opening hours, services, ratings, photos, videos and announcements from SİVAS KÜLTÜR DERGİSİ, Magazine, .

17/06/2024

SİVAS'IN ESKİ BAYRAMLARI-Yazar KADİR ÜREDİ
Bayram sabahı güneş doğmadan ev halkı ayaktadır. Erkekler sabah ve bayram namazlarını kılmak için camiye gittikten sonra evlerde yeniden düzenleme başlar, makattaki halı yastıklarının üzerlerine, sandıktan çıkartılan kenarları dantelli beyaz örtüler yayılır, tabana renkli desenlerle, motiflerle dokunmuş kilimler serilir, ev temizliği ile kılı kırk yaran analarımız, ablalarımız her şeyin yerli yerinde olması için gerekli özeni gösterir. Evlerin dış kapısından iç kapısına kadar saltaşları yeniden yıkanır, kapı önünde yanıp kor olan, mangal içeri alınır, kocaman bakır cezve ateşe sürülürken odanın havasını tebdil etmek için, ara ara mavi alevlerin çıktığı ateşe limon kabuğu veya karanfil veya elme kabuğu bir parça şeker atılırken, babaanne lamba şişelerinin bir tarafını elinin ayası ile kapatıp öteki tarafından hohlayarak nemlenen şişeleri bir bez parçası ile gıcır gıcır silerdi. Bayramlık elbiseleri giyip ufacık torbalarını hazırlayan çocuklar el öpme gezmesine başlamaları için, cemaat camilerden çıkarken çocuklar büyük bir coşkuyla sokaklara dökülür, oluşturdukları sekiz on kişilik gruplarla el öpmek için kapı kapı dolaşmaya başlarlardı. Kapılar yumruklarla döğülürken, çocuklar hep bir ağızdan öpüüm teyze’ veya öpüyüm çiiş’ diye bağırırlar, kapı açıldığında, çocuklar arasında bir kargaşa bir heyecan bir telaş başlar, eli öpülen teyze bir yandan el öpeniniz çok olsun yavrularım derken bir taraftan da ceplerine birkaç akide şekeri, bir avuç kırık leblebi, üzüm, fındık gibi yemişlerden kordu. Öğle saatlerine kadar kapı kapı dolaşıp el öpüp karşılığında torbaları, cepleri yemişlerle dopdolu eve dönen çocuklar evdeki büyüklerinin ellerini öper, hayır dualarını alır, ağızları iple büzülü para keselerinden, kadınların yazma uçlarındaki çıkınlardan çıkarıp verdikleri paralar, kuruşlar, çocukların mutluluklarına, sevinçlerine vesile olurken, anıların oluşmasına, o bayram günleri diye başlayan, geçmişin derinliklerine hasretle bakmanın birikimlerini oluştururdu. Oruçtan çıkıldığı için midelerin bozulup bayram beyi olunması için çok az yemek yenildikten sonra babalarımız, analarımız mahalledeki hastaları, düşkünleri, yaşlıları, yas evlerini ziyaret ederlerken, yas evlerinde şeker ikram edilmez, yemek yedirilmez, yalnızca acı kahve ikram edilirdi. Bayramın ikinci günü büyüklerimizin oluşturduğu gruplar, tüm komşuları ziyaret eder, bayramlaşırlardı. Hemen hemen her evin sabahleyin kurulan sofrası kalkmaz, ziyaretçilerin bayram yemeklerinden tatmaları için sofraya buyur edilirlerdi. O zamanlar günümüzdeki gibi çok çeşitli şeker türleri olmadığı için, Sivas’lı şekercilerin imalatı akide şekeri, lok*m, mevlü şekerleri tercih edilir. Maddi durumları iyi olan aileler renkli kağıtlara sarılı içinde manilerin yazılı olduğu İstanbul’dan getirtilen çikolatalardan ikram ederlerdi. Ziyaretçilerden genç olanlar, büyüklerin bulunduğu ortamda kahve içmenin saygısızlık olduğunu bildikleri için, sadece şeker almakta yetinirlerdi. Yakın akraba bayramlaşmaları ailece olurdu. Taze gelinler, bayramın birinci günü müsait bir saatte kayınvalide tarafından baba evine götürülüp bayramlaştırılırdı.
Günümüzde Bankalar Caddesi ile Kızılay Hastanesi arasında kalan saha, Hoca İmam Camisi ile karşısındaki Taşhanın duvarlarını yalıyarak pekte hoş olmayan temizlik ve görünümde akan Mındar Irmağın arasında kalan boşluk o zamanlar engebeli bir araziydi. Hoca İmam Camisinin ön taraflarında bulunan geniş alanın bir bölümünde lahana, pancar, soğan vs.lerin yetiştirildiği bostanlardan sonraki bir bölümünü, at arabası yapan esnaf imalat alanı olarak kullanır, Bıçakcılar Çarşısının çırakları, dükkan gübürlerini bu alana döktüklerinden çevrede yer yer çöp öbekleri oluşurdu. Haftada bir defa bu alana tavuk ve kuş pazarı kurulur, bayram günleri cambazlar diktikleri iki direk arasına tel gerer, hünerlerini sergiler izleyenlerin heyecandan “yüreklerini ağızlarına getirirlerdi”. Kale boynulu Hubuyar emmi salıncak kurarken, diğer şehirlerden gelen satıcı ve göstericilerin kurdukları çadırlar günün her saatinde kalabalık ve coşkulu olurdu.
Bayramın ikinci ve üçüncü günleri iki erkek çocuğundan oluşan ekip, çatpat parası kazanmak için gözlerine kestirdikleri bir köşe başını tutar, bayram harçlıkları paralarının on kuruşuyla aldıkları bir kutu çatpattan bir tanesini düzgün bir taşın üzerine koyup karşıdan gelen bir amcayı gözüyle takip eder, amca yanından geçerken, elindeki taşla çatpata vurup patlatınca yardımcı arkadaşı, amcaya doğru koşar, koşarken de emmi çatpat parası! Emmi çatpat parası diye bağırır, mübarek günlerde çocuk sevindirme bilincinde olan büyüklerimiz, para kesesinden “örnekleri Kongre Müzesinde sergilenmektedir” veya yarım daire şeklinde olan meşin cüzdanından çıkardığı kırk parayı, yüz parayı verir, evine gidinceye kadar birkaç yerde çatpat parası isteği ile karşılaşacakları için büyüklerimiz sabileri mahzun etmemek için cüzdanlarında keselerinde çokça bozuk para bulundururlardı.
Öğle saatlerine kadar, cepleri kazandıkları çatpat paraları ile dolan çocuklar Bıçakçılar, Arabacılar Çarşının arka taraflarına kurulan eğlence mekanlarına koşarlar. Bayram yerindeki atlı karıncaya, dönme dolaba, salıncağa biner. Siyah bir perdenin altında merak ve heyecanla panorama kutusunda değişen resimleri izlerken, panoramacının kolu her çevirişinde: bu gelen mini mini Van kedileri, bu gelen deniz kızı, bu gelen dünya güzeli Keriman sözleri ile perde altında tek gözünü deliğe dayamış, izleyiciye resimleri tanıtırken, çevresinde toplana kalabalığın daha çok meraklanmasına sinemayı “o zamanlar panorama kutularına sinema denilirdi” bir an evvel seyretmek için sabırsızlaşırlardı. Çocuk mutluluktan uçar, ayaklarına gıcır gıcır yemenileri, sırtında taze urubası, elinde yaladığı elma şekeri ceplerindeki parayı harcayacak yer arar, gah talih kuşuna kağıt çektirir, manisini heceleyerek okur, gah bayram yerindeki çadırlarda teşhir edilen, yarısı insan yarısı balık mahlukatı bazen inanark, bazen şüphe ile izler, yılan yutan amcalara korkuyla bakar ağızlarından alev çıkaran göstericileri izlerken yangın çıkacak şüphesine kapılır. Büyüklerin nişan atma çadırlarındaki atışları merakla izler. Nane şekercisinin maniler söylüyerek sattığı nane şekerleri ile dolu renkli fişeklerden alırken nanecinin; ismin bağışla “ismini söyle” evladım! sorusuna, Ahmet dediğinde satıcı melodik makamla başlar mani söylemeye; Nanemi sata sata, geldim bu başa
Vay Ahmet efendi sen binler yaşa
Ustam deli ben serseri,
Satamazsam yüz tane, sonumuz tımarhane...
manisini tebessümle dinlerken, benliğine ruhuna yerleşen bu güzellikler saf ve temiz bir düzenin imbiğinden süzülüp yüreğinin derinliklerinde, gelecek günler için anımsayacağı hoş bir sadanın birikimlerini oluşturuyordu.
Sivas’ın günlük çehresinin değiştiren vesilelerden olan, bayram yerlerindeki coşkulu eğlencelerinin mutluluk girdabına yakalanmışcasına dönüp dolaşırken, salıncak direklerinde yanan kandillerin, fenerlerin titrek ışıkları ile kendine gelen çocuk geç kalma telaşı ile evinin yolunu tutup gönlü bir türlü, tadına doyamadığı eğlencelerde, coşkularda kalmış, mahzun ve isteksiz, akşamım alaca karanlığı çökmüş sokaklarına yürürken, bayram yerindeki salıncak iplerinin ağaca sürtünmesinden çıkan dertli inleyişin sesi kulaklarına çınlıyor, minarelerde yanan bayram gününün son kandilleri, Sivas’ın karanlıklaşan sokaklarını tedirgin ışıklarla aydınlatıyordu.
Çocuk yorgun ve üzgündü. Birkaç gün Ramazan Bayramının coşkulu mutluluğuna alışan çocuk, bayram sonrası monoton ve sıkıntılı günleri yeniden yaşayacağının üzüntüsü ile girdiği yatağında, başına yorganı çekmiş için için ağlarken, Minarelerde mumları tükenen kandiller, biten bir Ramazanın, biten bir Bayramın haberini verircesine, birer birer sönerken, mahalleyi karanlıklara terk ediyordu.

Sivas eski bayramları tadında nice mutlu bayramlar diliyoruz...
17/06/2024

Sivas eski bayramları tadında nice mutlu bayramlar diliyoruz...

14/06/2024

ESKİDEN SİVAS’TA KIŞ HAZIRLIKLARI-araştırmacı-yazar KADİR ÜREDİ

Bahar rüzgarlarını ılık nefesi, Kardeşler Dağlarının Memmedük tepesindeki karları eritirken karları eritirken, bir kömüş gövdesi büyüklüğünde kara parçasının görülmesi yılların verdiği deneyimle, Sivas’ta kışın sona erdiği, bahar mevsimi başlangıcının habercisi olurdu. Tarlalar sürülür, bostanlar bellenir, tohumlar atılıp, fideler dikilmeye başlarken, ecdattan kalan daracık dükkanlarının kapı ve pencereleri pek muntazam olmadığı için, kışın çat ayazlarda korunmak gereğiyle, imalatlarını kiraladıkları han odalarında veya evlerinde yapan yemeniciler, çarıkçılar yavaş yavaş dükkanlarını açmaya, Malatya’dan Maraş’tan, Tokat’tan, Kayseri’den gelecek toptancı müşterilerini beklemeye, yerli müşterileri ile yavaş aksuata (ahz ü ita) yani alış veriş yapmaya başlarlardı.
Evlerin gilarlarında, mutfaklarında, odunluklarda bitmek üzere olan yakacakların un, bulgur, yarma gibi yiyeceklerin bereketi kaçmasın inancıyla, üzerlerine yenilerinin konulması için, komşuluk ilişkilerinin yardımlaşmalarının, dayanışmanın sergilendiği kış devlüğü hazırlıkları başlardı.
Sivas’ta kış mevsimi çok uzun ve sert geçtiği için öncelik sırası yakacaktadır. Sivas’a odun kağnılar ve sallar olmak üzere iki vasıta ile gelirdi. Dülger’lerin ev yapmak için kullandıkları direkler, tapanlar, firengiler, kolluklar, hezenler ile marangozların, doğramacıların, döğencilerin kullandıkları keresteler Kızılırmak Nehrinden sallarla Eğri Köprüye kadar getirilerek köprünün yakınındaki meydanda satılırken, yakacak odunlarınsa İlkbahar ve Sonbahar aylarında, ormanlık bölgelerdeki köylülerin iki üç günlük yoldan kağnılarla odun meydanına getirdikleri pelit, gürgen, meşe, çam ağaçları bugünkü Vakıflar Sitesi çevresindeki binaların, Atatürk Caddesine bakan yönünde; çarıkçılar, tıktıkçılar, dövenciler ile çürükçü ve keresteciler esnafının çevrelediği alan odun meydanı idi. Yüzlerce kağnının doldurduğu meydanda beğenilen odunlar, genelde beğenme tercihini baltacı ekibi yapardı. Kağnısı 75 ile 100 kuruştan alınan sekiz on kağnılık odun konvoyunun kağnı gıcırtıları mahallenin sokaklarında yankılanırken, omuzlarında çapraz verilmiş hızarları, ifrit gibi bilenmiş baltalarıyla hızarcı ekibi kağnıları takip ederdi.
Kağnılardan boşaltılan odunlar, mahallenin daracık sokağını doldurduğu için, akşama kadar sokak trafiğe kapanmış olurdu.
Odun kesenler iki kişi hızarcı bir kişi de baltacı olmak üzere üç kişilik ekipten olşurdu. Bazen de odun kırma işini çift ekip yaptığında yaşlı ninelere öğünç meselesi olur, eşe dosta bu yılki odunu, çifte baltacıya kırdırdık derlerdi.

Hızarcılar işe başlamadan önce ceketlerini, şapkalarını çıkarır hemen hemen bir metrekare büyüklüğünde, akşamları her uğradığı dükkandan sebzelerle, meyvelerle, yiyeceklerle doldurup evine getirirken poşet, el yüz silmek için havlu ve de çalışırken başa bağlanarak çok amaçlı hizmet için kullanılan kenarları makinaya çekilmiş renkli patiska mendillerini itina ile başlarına bağlayıp, Besmeleyle ağaçları odun sobası ölçüsünde, karşılıklı iki kişi hızarın çıkardığı hışhış ritimleriyle keserken, öküz boynuzundan yapılmış içi gazyağı ve madeni yağ karışımıyla dolu ağzı tahta kapaklı, içinde hızar lamasına sürmek için fırça görevi yapan bir parça keçe olan hızarın denge ağacına bağlı yağdanlığın, hızarın kol ağaçlarına tırk tırk vuruşlarına, baltacının kütükleri kırmak için var gücüyle baltayı her vuruşta hıh hıh sesine karışır, kesme ve yarma işi bitinceye kadar, hışş hışş, tırk tırk, hıh hıh sesleri birbirine karışırken, öğle yemeğine baltacılar için hazırlanan pancar çorbası, kocaman tavada yapılan helvanın kokusuna, erişte pilavına dökülecek eriyen yağın mis gibi kokusu karışırdı.
Kırılan odunlar besmele çekilerek geçen kıştan artan odunların üzerine itine ile dizilirken, baltacıların kıramadıkları budaklı köklü yarmaçalar ekmek pişirmek için mahalle fırınlarında yakılmak üzere ayrı bir yere istif edilirdi.
Havaların sıcak, yağmurların az yağdığı aylarda, örülecek çorap iplerinin renk renk boyandığı boya kazanlarının altına, yıkanacak çamaşır, haşlanacak pezük turşusu kazanlarının yufka, kadayıf, erişte yapılırken sacın altına yakmak için beş altı çeten ahgun alınır, sabahın erken saatlerinden akşamın alaca karanlığına kadar mahallenin boş alanlarına, duvar diplerine tezek yapılır, çevreyi birkaç gün sinekler kaplar, gübre kokusu nefes almayı güçlendirirken tezekleri deşelemesin diye birkaç gün tavuklar dışarı bırakılmazdı. Mahallenin çocukları Aşık, Mil, İllaç, Gıdalak, Met, Artırmaç, Bindirbir, Kaçak Polis, Komen, Beştaş, Uzuneşek, Açkapıyıbezirganbaşı, Çikbire, Yağ Satarım Bal Satarım oyunlarını oynamalarına, tezek yapıldığı için ara vermek mecburiyetinde kalan çocuklar tezekler kuruyuncaya kadar oyunlarının bazılarını istemeye istemeye evlerin toprak bacalarında sürdürmeye çalışırlardı.
Erişte, kuskus yapmak için buğday meydanında yumurta ticareti yapan Yumurtacı Topal Tufan, yumurta tüccarı Halis Efendi, Kadir, Celal, İsmail Keskiner’e önceden tembihlenen yumurtalar sepetlerle, kadayıf, yufka böreği için gerekli sütler bakraçlarla bir gün önceden getirilmiş, hata kabul etmez ölçülerle katılan sütlerle, yumurtalarla kocaman leğenlerde yoğrulan hamurlar dinlendirildikten sonra birkaç elden yumak yapılırken, evin bahçesi süprülüp sulanmış yufka tahtaları yerlere serilen kilimlerin, dasdarların üzerlerine sıralanmış, kocaman yün minderler tahtaların önlerine konulmuş günün ilk ışıklarıyla başkalarının yardımına koşmayı ilke edinen komşuların birkaç elden milimetrik ölçülerle açtıkları yufkalar sacda pişirilirken, tezek dumanına karışan kokusu mahallenin havasını tepdil etmiştir.
Komşuların “kolay gelsin” temennilerine pişirilen yufkadan tadına bakması için ikram edilirken, buna “sıcak verme” denilirdi. Pişirme işlerinin sonunda, yapılan yağlama çökelekli iştaha ile yenilirken diğer komşuların yapılacak erişteleri için gün kararlaştırılırdı.
“Ağzınızın tadıyla yiyin anam” dileklerine “ellerinize kollarınıza sağlık” temennileriyle, yağlama ve çökelikliden oluşan bir deste yufka “çocuklar tadına baksın” sözleriyle verilip kapıya kadar yolcu edilirken, dip odadan kıyıcının tırk tırk eden havan sesi duyulmaya başlamıştır.

Erişte, kadayıf yapma mevsiminde, şehirdeki kıyıcıların işleri çok yoğun olduğu için, kıyıcıların birkaç gün önceden behlendiği günde erişte yapılırdı. Kıyma işini genelde kaçak tütün kıyıcıları yapardı. Ama o yıllarda tütün kıyma işi devletçe yasaklandığı için, evlerde havan bulundurmak suç sayıldığından, erişte kıyma havanları genelde gece vakti bir telis veya bohça içerisinde getirilir, erişte kıyılırken havan bıçağının tırk tırk eden sesi kolcular tarafından duyulmasın diye, evlerin sokağa yakın olmayan dip odaları tercih edilirdi. Yine de kendini bilen kolcu tatsızlık çıkarmamak için bir gözünü kör, bir kulağını sağır edip geçer giderdi.
Hemen hemen her mahallede işinin ehli kıyıcı ustaları olurdu. Örneğin; Hidayet’in Mehmet emmi, kalaycının hanımı kıyıcı Hatice hala, tütüncü Ali emmi, tütüncü Mustafa emmi, ocakcı Duran usta, Laluk Edeviye, derlerki; Abdurrahman halayının mucidi, devrin kabadayılarından, bileği pazubentli, gözünü k**adan bıçaktan sakınmayan tütün kaçakcısı, Çayırağzılı Abdurrahman’ın, kaleboyunlu,”Kaleardılı” burnu yere düşse ağilip almayacak kadar onurlu, çevreye saygıyla karışık korku salan, azılı külhanilerden tütün kaçakçısı Rahmi’yle “isim belki hatırımda yanlış kalmış olabilir” yapmış oldukları kavga sonucunda Rahmi’yi yendikten sonra Çayırağzı Mahallesine gelip kendine has figürlerle, benim karşıma çıkacak yiğit daha anasından doğmadı, Rahmi’de kimmiş gibi küçümser tavırlarla teh, teh diye kuşağından çıkardığı silahla havaya ateş ederken, yaptığı figürler Sivas’lı gençler tarafından yiğitlik, mertlik simgesi olarak oyun haline getirilip Abdurrahman Halayı ismi verilerek oynanmaya başlanmıştır.
Kırbıyık emmiyle, kambur oğlunun “Höllükhaaa, beyaz k*mhaaa, höllükçü geldiiii” avazı mahalleninm alt başında yankılanırken, kayın valide Gümanlı “hamile” gelininin doğacak çocuğunu belemek için günümüzün çocuk bezi yerine geçen torbası on onbeş kuruştan üç dört torba höllük, kapıların, pencerelerin, taban tahtalarının bir telis parçası ve su ile saatlerce oğarken ayaklar şişer, topuklar mosmor olurken kendi deyimleri ile tahtaların limon gibi sapsarı olması için birkaç torba beyaz k*m alır. Kırbıyık emmi eşeğin palanının her iki yanından sarkan höllük ve beyaz k*m torbalarını oğlunun yardımı ile boşaltırken “şu höllüğün haslığına bak, bulgur bulgur kaç elekten geçirdim. Ben öyle başkaları gibi ağ kayanın döküntü höllüğünü değil, taa kolejin başındaki Çukur tarlanın höllüğünü torbalıyorum, en has höllül Çukur tarlanın höllüğü. Hele şu beyaz k*mun haslığına, dişliliğine bak. Taa Paşa Fabrikasında Köroğlu Mağarasının ordaki ocaklardan ne zahmetle getiriyorum. Çektiğim eziyeti bir görseniz yüreğinizin başı parçalanır” sözleriyle müşterilerini acındırmaya çalışırdı.
Mahalle aralarında köylü kadınların telislerle sattıkları veya eski ceket, şapka, pantol gibi giyeceklerle takas ettikleri madımak, bostanlardan alınan bir iki gözer fasulye, kilolarla maydanoz, ayıklanmış kurutulmuş ,sepetler dolusu yeşil biberler, iplere dizilerek, samanla karışık toprak sıvalı evlerin güneş gören cephelerine birer gerdanlık zerafetiyle kurumaları için takılırken, pelver “salça” yapmak için Subaşı veya Çitillerin kapanından sandıklar dolusu çürük domates alınırdı. Keşkeklik etler güneşte kurutulur, ruplalarla alınan Kangal’ın has buğdayı günlerce elenip tepürlendikten sonra öğütülmesi için Celal İnce Apartmanının bulunduğu yerdeki Kehilce Değirmeninde keşik “sıra” beklerken, bulgur ayıklanır, taştan yapılmış el değirmenlerinde saatlerce genç kız ve kadınlar tarafından çekilirken şarkılar, türküler, maniler söylenirdi. Nohutun, fasulyenin, mercimeğin, pirincin en kalitelisi alınır, yarma mahallenin müşterek malı olan sokularda genç delikanlılar tarafından tokmaklarla dövüldükten sonra torbalara konurdu. Batmanlarla alınan patates, şalgam Serpüncük’lülerin çetenlerle getirdiği gözerler dolusu havuçlar bahçenin müsait bir köşesinde toprağa gömülür, kışa dayansın diye soğan, lahana kırağıyı yedikten sonra alınır, gilarda stoklanırdı.
Nalbantlar başındaki Kozmoz’un Hanı veya Taşhan’da kocaman blok halinde satılan Rus Şekeri alınır, kullanmak gerektiğinde özel yapılmış demir saplı ufacık çekiçle şeker blokundan bir parça kopartılırdı.
Gilar!.. evlerin zemin katında, alçak tavanlı, tabanı ya Beypınar taşıyla döşeli veya kalın bir tabaka halinde tatlı kireçle sıvalı içerisinin havadar olması için genelde kuzey yönüne bakan kafesli penceresinini çok zaman açık bırakıldığı, kapısında çilingir Nedim, Pinti Ömer, Artin, Topal Celal ustalarından birinin yaptığı ikinci bir anahtar uydurmanın mümkün olmadığı fişeli kilidinin besmeleyle açılıp, besmeleyle kapatıldığı bir kış boyu kullanılacak yiyecek stoklarının depolandığı, divarları Yukarı Tekke civarındaki Akkaya veya İşhan Köyündeki kireç yapmaya elverişli taşların, kireç ocaklarında yakılarak elde edilen tatlı kireçlerin Kireçci Hamit, Kıtıl Mehmet, Ziya Ustaların özenle sıvadıkları bembeyaz duvarlarına Asarcık’lı köylülerin eşeklerin semerlerinin her iki yanına bağlayıp getirdikleri yedi sekiz santim çapında, üçbuçuk dört metre boyunda, odun meydanında tanesini on onbeş kuruşa sattıkları Asarcık kollukları denilen körpe çam fidanlarıyla döşenmiş tavanında dedelerimiz tarafından çakılan, Demirci Şampiyon Sabri, Kadir, Oskehan, Nişan, Köse Mehmet, Karadayı, Mustafa Kelkit, İbal Hilmi gibi ustaların itinayla yaptıkları dört köşe karamıhlara erişte, kadayıf, yufka böreği, kemikli kıyma sepetleri, kurutulmuş madımak, yeşil fasulye, maydanoz, nane, reyhan ile hoşaflık Ürgüp üzümü, Eşbabiye “çir” torbaları asılır. Bamya, kurutulmuş biberler, sucuklar iplerinden sarkıtılırdı. Genelde Tödürge Köyünün genç kızları çeyiz masraflarını karşılamak için özenle yaptıkları, içleri sırlı veya kara sakızlı küplere kendilerine has katkılarla, pezük, salatalık, lahana, çördük, dip “pancar kökü” turşuları besmele çekilerek vurulur, giların taş döşeli zeminine boy sırasına göre dizilir. Tahta kapaklarla ağızları kapatılarak ekşimeye bırakılırdı.
İlkbaharda Ekinomi bakkalı, Kara Nuri, Fehmi efendilere, Sarı Mehmet’e Sütçü Ali’ye, Emin Şarkışla’ya, Yağcı Memet Bilecen’e, Çavuş emmiye, Kör Silo’ya behlenen Beydağından, Dumanlı Yaylasından gelen sapsarı yağlar ceviz veya dut ağacından yapılmış küleklere doldurulmuş, gilardaki yerlerini almış; Kangal’dan getirtilen kışlık koyun yoğurtları, salamur peynirleri, Şireci, Çorapçı, Subaşı Hanlarından alınan Antep Pekmezi tenekeleri kıyma tenekelerinin yanına sıralanmış, küplere basılan peynirler topprağa gömülürken “Cenab-ı Hak ağız tadıyal yedirmek nasip etsin” dileklerinde bulunulurdu.
Güz mevsimi çarkçıların, bileycilerin işlerinin en yoğun olduğu aylardır. Kocaman kasnaklı çark makinası bir omuzunda, yağ taşı, ufacık çekici, yağdanlığı, iyesi, bir parça kirli bezden oluşan takım torbası diğer omuzunda. “Çarkçı geldi, bıçak bileten, çarkçı geldi, bileyci geldi” avazı mahallenin alt başında duyulduğunda, yılda iki defa kıymalık mevsimi ile kurban bayramında bilenebilen satır, nacak, evdeki bıçaklarla birlikte, kıyma doğramak için komşulardan ödünç alınan, Bıçakcı Ahmet usta, Dağıstan’lı Ali usta, Divane Kadir usta, Şevki usta, Hafız usta, Veli usta, İlyas ustaların maharetle yaptıkları, pas tutmayan namlısı, sağlamlık veren kabzası ele yatkın kömüş boynuzundan yapılmış siyah saplı bıçaklar çarkçının mahir ellerine teslim edildiğinde çarkçı kendi kadar yaşlı zıvanaları laçkalaşmış makinasının ayaklarını gölge bir yere dengeli şekilde oturtur. Tek camı çatlak emniyet gözlüğünü takar, ufacık teneke yağdanlıktan taşın mil yatağına yağ damlatıp, besmele çekerek ufacık zımpara taşını süratle döndürmek için, kocaman kasnağın dönmesini sağlayan tahta pedalı ayağıyla hareket ettirdiğinde taşa sürten bıçak namlusundan masallardaki devin ağzından çıkan bir alev topu gibi uzayan kıvılcımlar, seyrine doyamadıkları mahalle çocuklarının dikkatini çeker, makinaya daha çok yaklaştıklarında çarkcının “gözünüze çıngı mıngı kaçar geriye çekilin” ikazına hiç aldırış etmezler, burunlarnı makinaya daha çok yaklaştırırlardı. Sapı oynayan bıçakların pimini ufacık çekiciyle sıkıştırır, laçkalaşan nacağı sapına ağaçtan k**a çakar, bıçakların kılağısını yağ taşında düşürür, işini dikkat ve itina ile yaparken, büyük haz duyar, helal kazancın bereketli olacağını bilirdi. Bıçakları teslim edip aldığı ücreti ağzı iple büzgülü bezden yapılmış para kesesine koyarken, bıçakların ifrit gibi keskin olduğunun, etleri doğrarken elinizi melinizi kesmemeye dikkat edin ikazını yaparken, “ellerine kollarına sağlık, Perşembe günü kıyma kavuracağız buyur kıyma yemeye gel” davetine “Allah hayırlı etsin, müsait olursam gelirim bacım, zaten işlerimiz bu aylarda açılıyor” sözlerinden sonra, omuzuna aldığı kocaman çark makinasıyla mahallenin daracık sokaklarından yorgun adımlarla uzaklaşırdı.

09/06/2024

AHMED YESEVÎ’DEN HACI BEKTAŞ VELİ’YE ANADOLU İRFANI ve DEĞERLERİMİZ

07/06/2024

Kadir Üredi

BİR ZAMANLAR ÇAYIRAĞZI
Şehrimizin güney eteklerindeki kutsal kırklar pınarından başlayıp Kızılırmak nehrinin k*msallarına kadar ulaşan çayırağzı dediğimiz bu bölge 1972 yıllarına kadar şehrin bittiği yüzlerce yıldır yeşili kaybolmayan tarla ve bostanların başlangıç noktası idi. Çayırağzı demek; Sivas’ın bedi, bereketi toprak ananın bağrından çıkarıp evlatlarına, cömertce sunduğu mahsul anbarı demekti. İlkbaharda dağlardaki kar eridiği zaman Kızılırmak nehrinin suları kabarır, yatağına sığmaz. Sarımtırak rengi ile Eğriköprü Kesikköprü arasındaki bölgenin tümünü kaplardı. Birkaç gün sonra sakinleşen ırmak yatağına çekilirken geride bıraktığı minarelerle çayırağzı ovasının toprağını bereketlendirirdi. Günler sonra ağaçlar yeşil bir renge bürünür, kardelenlerin, Nergislerin, papatyaların taçlandırdığı, çayırağzı; adlandıramadığımız, daha çok yeşilin hakim olduğu nadide bir yaşmağa bürünürdü. Güzün sıcak diyarlara giden kuşlar ana yurtlarına geri döner. Binlerce kuş paşa çayırına, Harman çayırına dağılır, dere kenarlarına filizlenen ağaçların tepelerine, evlerin bacalarına yuvalarını yeniden yapar. Baharla beraber, rızıklarını topraktan çıkaran, ağırbaşlı reçberlerin bostancıların toprakla vuzlatı başlar, tarlalarını sürer, bostanlarını beller. Besmeleyle eller gökyüzüne açalırken “yarabbim; kuşların, kurtların, karıncaların, böcüklerin, cucüklerin nasibi içinde olsun, içi sırada bizlerinki olsun amin 1!” dualarıyla tarlalara tohumlar serpilir, bostanlara fideler dikilir. Bostanlardaki Alağçıklar onarılır, yağmurdan, güneşten korunmak için, üzeri kavak dalları ile örtülür. Birkaç basamaklı merdivenle çıkılan terasına, hasırlar kilimler serilir. Minderlerin arkalarına hasır yastıklar konur. Çayırağzı’nın, pulur’un, çekicin, şeyhçobanın, ağırbaşlı recberleri toprağına gözü gibi bakar, bir dediğini iki etmez, sürer, beller, çapalar, ayıklar filizlenen her fide bostancı ailesinin ümidi geleceklerinin güvencesi olur. Filizler büyür boy atar. Kırklar pınarından, ta! Kızılırmak nehrinin sarımtırak sularına kadar uzayan bu ovalardan bereket fışkırır. Güçlenen toprak burada nehrin bulanık sularına kafa tutar yatağını geçmesine müsaade etmez. Kırkikindi yağmurları ile ıslanan toprağın bekereti dışa taşar. Kimi mahsul toprak üstünde, kimileride toprak altında büyür. Bu aylarda ümitlerini toprağa bağlıyanların yüzleri gülecen olur. Bostanlarda tarla başlarında yakılan ocakların dumanı gökyüzüne daha bir istekle yükselir. Toprağa atılan her tohum tanesi burada bire kırk verir. Bu bölgenin toprağından bereket fışkırır. O zamanlardaki şehir halkının; bilhassa dış mahallelerde oturanların çoğunluğu geçimlerini recberlik ve hayvancılıkla kazandıkları için, bu ailelerdeki sığırların çoğunluğu paşa çayırının geniş otlaklarında yayılırdı. Günün her saatinde ucu bucağı görünmeyen bu koca ovayı, yaylıma gelen camızlar, inekler, koyun sürüleri yılkı atları doldururdu. Sıptırıc’ın “günümzdeki Gültepe mahallesi” tepesinden ovaya baktığımızda, bugün televizyonlarımızın yayınlarındaki belgelesellerde ilgiyle izlediğimiz bakir tabiatın gerçek güzelliklerini bu ovalarda görürdük. Burada; yanık yüzlü çobanlar; binlerin oluşturduğu sığırlarına hakim olmanın keyfini çıkarır. Pünzürük ırmağının kıyısındaki ulu sögüt ağaçlarının gölgesinde, azığıyla karınlarını doyuran bu çobanlara; sığırcıklar, güvercinler yaban ördekleri su kuşları, Leylekler isimlerini bilmediği bir sürü kuş türü arkadaş olur. Kâh; turna katarlarının uçuşunu, sonsuzlukta kayboluncaya kadar takip eder. Kâh binlerce sığırcık kuşunun gökyüzünde yaptıkları muhteşem gösteriyi izlerdi.
Yaz aylarında şehir bir fırın gibi yandığı için bostancı aileler çoluk çocuklarıyla alağçuklara taşınır. Güz mevsiminin son aylarına kadar, ev yaşantısı, komşuluk ilişkileri bostanlarda alağçuklarda sürdürülür. Uzak yakın bostan komşuları bilhassa bayanlar, çok zaman öğle yemeklerini toplandıkları alağçukta birlikte yer. Toprağa bağlı erkekler akşamları bir alağçukta toplanır. Çayırağzının ferah gecelerinde sıcak muhabbet demleri yaşanırken yudumlanan kahvelerde yorgun bedenler dinlenir.

Tabanındaki su toprağa yakın olduğu için paşaçayırına bakıldığı zaman hep yeşil görünür. Bu yüzden olsa gerek bu yazının rüzgarı devamlı serin eser.

Kış süresince paşaçayırını örten en az elli, altmış santim kalınlığındaki kar Şubat ayının 17 sinde esmeye başlayan kaba yelle erimeye başlar. Bir birkaç gün sonrada ovanın görüntüsü bir deryaya dönüşür. Suyun çoğunu emen toprak, geride, Haziran ayının ortalarına kadar kurumayan yer yer irili ufaklı gölcükler bırakır. Buraları önce kurbağalar mesken tutar. Bir zaman paşa çayırı susmak bilmeyen kurbağa sesleriyle çınlar.

Gölcüklerin kıyılarında körpe kamışlar filizlenir. Su kuşları üremek için bu kamışlıklara yuva yapar. Ova her dem binlerce kuşun melodik sesini dinler. Geceleri ay paşa çayırındaki bu gölcüklerde yansır. Bu yansımaya avcılar ayna der. Bu yüzden göle konan su kuşlarını, avlamak için en iyi bu aynalar hedef haline getirir, bundan dolayı yansımaların en uygun kıyılarına “Sermayeli yürümek olan” deneyimli avcılar, keseklerle, kamışlarla, ağaç dalları ile, mağzalar yapar; daha sonrada sökün denilen ördek ve kaz sürülerinin uçuş güzargahlarındaki bu gölcüklerde birkaç gün yemlenip dinlenme molalarını bekler. Onbeş yirmi gün devam eden bu sökün dönemi, mazgallarıda sabırla bekleyen avcıların en fazla avlanma günleri olurken bir zamanda paşa çayırının kendine has doğa kokusunu, barut kokuları kaplar.

Yine bu ovalarda Tazılarına, tavşan, tilki yakalatmak için avcılar dolaşır. Zaman zaman bir tavşanı yakalamak için peşinden ölesiye kovalıyan tazısını cesaretlendirip yüreklendirmek için. Çobanların, avcıların, tazı sahiplerinin bağırtıları naraları paşaçayırının sonsuz ufuklarına dalga dalga yayılır.

Yaz aylarında, atlarıyla arabalarıyla göçerler gelir paşa çayırına. Yer yer diz boyuna yaklaşan yaylaklarına ak çadırlarını kurar göçerler. Ovanın görüntüsü daha bir güzelleşir. Bir zamanda bu ovalar göçerlerin kendilerine has bir ahenkle çalıp söyledikler türkü keman ve ritim sazlarının sesleriyle yankılanır.

Zamanı gelince çayırağzındaki bostanlarda emek karşılığının hasatı başlar. Salatalıklar, domatesler, biberler, fasulyalar, kalbul kalbul telis telis toplanır. Ne hikmetse çayırağzılı kömürlüoğullarının muhtar Fikret emminin kaleboynulu, zulumların Hacı ağabeynin, çekişli Hasan emmi ile şeyh Çobanlı Etem emminin “Mustafa Balel’in dedesi” yetişdirdikleri salatalıkların, domateslerin tadına, lezzetine doyum olmazdı. Pancarlar, maydanozlar, soğanlar, biçilir demet edilir. At arabalarıyla, kağnılarla garipler pazarına götürülerek paraya dönüştürülür. Sivaslı aileler, analar hasat mevsiminde bostanlara doluşur. Turşuluk salatalıklarını pancarlarını, biberlerini domateslerini heveslenirlerse ucubucağı görünmeyen bostanlardan kendi elleriyle toplar. Topladıklarının pahası sorulmaz, hele hiç tartılmaz gözerler: telisler dolusu salatalıklar, kucak kucak pancarlar, bohcalar dolusu kurutmalık maydanozların, terelerin fiatlarının çarşıda kaça satıldığını iyi kötü bilen alıcılar aldıklarının ücretini fazlası ile öderken Allah bereket versin, güle gül yiyin lafı o zamanki insanların biribirine olan güvenlerinin kanatlarının yüceliniği oluşturan duygular olur. İleriki aylarda sararıp olgunlaşan ekinlerin tırpanla orakla biçilmesi başlar. Tarlalar ekin yığınları ile dolar. Ova sabahtan akşamın geç saatlerine kadar ölesiye çalışan insanlarla kaynaşır. Günün her saatinde kağnılar gıcırdıyarak harman çayırına, paşa çayırına sap taşır. Sivas’ın yalnızlığını, Mazı’nın kağnı yastığına sürtünmesinden çıkan dertli inleyişin sesi doldurur. Harman yerlerine çadırlar kurulur. Hasat kaldırılıncaya kadar reçberlerin çoğu bu çadırlarda kalır. Günlerce dövenler döner buğdayı başaktan ayırmak için ikindi saatlerinden sonra Merekümden esen ılık bir rüzgarla, buğdayı samandan ayırmak için harmanlar savrulur. Reçberler kanter içinde kalır. Gömlekleri sırtlarına yapışır. Buğdayını cec ederken, böcük, cücük, kurt, kuş harmanlardaki buğdayla karınlarını kursaklarını doldurur. Yaradan bunların rızıklarınıda birlikte vermiştir. Reçberlerin gönlü yüce gözü toktur. Emeğinden gökte uçanla yerle sürünen mahlukatında yararlanmasına vesile olduğu için, recber Allah’a şükredici hamdedici olur.

Çayır ağzının paşa çayırının güz mevsiminde güzelliği daha bir başka olur. Binlerce ağacın taçlandırdığı uçsuz bucaksız bu ovaları bir gecede hazan yaprakları gazeller kaplar. Ova adlandıramadığımız renklerle donanır, coşkulu yeşilliğin yerini sarının hüzün dolu rengi devralır. Havadaki kuşların, yerdeki böceklerin, ötüşlerindeki ahenk değişir. Sesler bir yürek inleyişine, bir ayrılık feryadına dönüşür. İsmini hatırlayamadığımız, içli bir ozanın dediği gibi;

Döndüm harmanlardan artan başağa,
Senal sarı sarı sen savur beni,
Döndüm daldan düşen kuru yaprağa,
Seher yeli yerden yere vur beni,

Çayırağzında güz mevsiminin yaşantısı; bir yaralı yürek çığlığına duygsal yaratılanların sebebini bilmedikleri bir gönül feryadına dönüşür, ve bunu yaşamayan bilemez…
Buralarda rüzgar ağaçların arasından ıslık çalarak geçerken, bostancılar toprak ananın bağrında büyüttüğü son mahsüllerini çıkarır. Bostanların ortalarında yer yer, patates, turp, şalgam, soğan, havuç, şeker pancarından tepeler oluşur. Gece gündüz kağnı çetenleri ile pazarlara meydanlara evlere mahsul taşınır. Sivas haftalarca gıcırdayan kağnı seslerini dinler. Günlerce İstasıyon rampasına çetenler dolusu şeker pancarı çekilir. Toprak yollar bir toz deryasına dönüşür. Bostancılar taşımakla, satmakla, fakıra fukaraya telis telis konuya komşuya kalbur kalbur dağıtmakla çayırağzında ürettikleri mahsulü yinede tüketemezler. Bostanlara kuyular eşilir. Mahsulün geriye kalanları ilkbaharda çıkarılıp satılmak için ayrı ayrı kuyulara doldurulduktan sonra üzeri toprakla örtülürken, sadık yarin kara bağrına emanet edilir… Lahanaları taşımakla satmakla evlere stok etmekle tükedemedikleri için çok zaman tarlada üzerlerine kar yağar. Sivas’ın ulu zatları bu bölge topraklarının Halil İbrahim bereketiyle mükafatlandırıldığını anlatır.

Çook yıllar önce, bu ovalarda gezmek, buraların havasını teneffüs etmek insanın yorgun bedenini dinlendirir. Hayat sıkıntılarının vermiş olduğu üzüntülerden bir anlığınada olsa arındırırdı. Bilhassa günbatarken sararmış ağaçların rüzgarla inleyen sesini dinlemek dalından kopan bir sarı yaprağın toprağın sadık bağrına kavuşmasını yer yer yanan çoban ateşindeki dumanların gamlı gamlı gökyüzüne doğru miracını izlemek o yıllardaki tutkularımızın başında gelirdi. Buralarda öylesine değişik günbatımı demleri olurduki; Tanrıyla baş başa kalmak için yalnızlaşan bir mabed havası sezilirdi, çayırağzının sessizleşen ikliminde.

Bir zamanlar; Harman çayırı, çayırağzı, paşaçayırı demek Sivas’ın canı, ciğeri, havasını tepdil etmek için Allah’ın Sivas’a bir lütfu bir nimeti demekti.
Maalesef o nimetten bugün eser kalmadı…

1. Rahmetli, zulumların Mehmet Menteşili’den dinlemiştim.

Address


Alerts

Be the first to know and let us send you an email when SİVAS KÜLTÜR DERGİSİ posts news and promotions. Your email address will not be used for any other purpose, and you can unsubscribe at any time.

Contact The Business

Send a message to SİVAS KÜLTÜR DERGİSİ:

Shortcuts

  • Address
  • Alerts
  • Contact The Business
  • Videos
  • Claim ownership or report listing
  • Want your business to be the top-listed Media Company?

Share