29/05/2018
Seçimler ve Komünistler
Normal koşullarda 2019 Kasım’ında yapılması gereken seçimler, Türkiye’nin içinde debelendiği siyasal ve ekonomik koşullar nedeniyle erkene alındı. Türkiye’nin içinde debelendiği kriz yeni değil. 2015 parlamento seçimlerinde AKP’nin tek başına iktidar olma olanağını kaybetmesi ve AKP dışında bir hükümet kurma olasılığının ortadan kalkması burjuvaziyi yeni istikrar arayışları için harekete geçirdi.
Önce erken seçim kararı alındı. Hükümet sorunu, Kürt halkına karşı yürütülen kanlı operasyonlarla, 2015 Kasımında bir sonuca bağlandı. AKP baskı ve zorla yeniden tek başına iktidar olma olanağını elde etti. Bunu Nisan 2017’de ufukta görünen hükümet krizlerinin çözümü olarak sistemin yeniden dizaynını öngören Anayasa Referandumu izledi. Cumhurbaşkanına olağanüstü yetkiler tanıyan, parlamentoyu devre dışı bırakan anayasa seçmene zor ve hileyle kabul ettirildi. AKP ve MHP dışındaki burjuva partiler zor ve hileyle kabul edilen referandum sonuçlarını devletin bekası adına sessizlikle geçiştirdi.
Bu süre içinde “demokrasi havarisi” emperyalist devletler, devletin Kürtlere karşı yürüttüğü kanlı operasyonlara, muhaliflere uygulanan baskılara, tutuklamalara, devletin yeniden dizaynını öngören hileli referanduma açık destek verdi. Başka türlüsü de olamazdı.
Türk burjuvazisi, referandumda elde ettiği sonuç ve emperyalist devletlerden aldığı destekle bir yandan Kürt halkına karşı kanlı operasyonları sürdürürken, öte yandan Suriye’nin kuzeydoğusunda işgal hareketini başlattı. ABD ve Rusya arasındaki çelişki ve çatışmalara dayalı mekik diplomasisiyle önce El-bab, ardından Afrin işgal edildi.
ABD’nin Ortadoğu’da, özellikle İran’ı hedef alan yeni hamleleri, ABD, Fransa ve İngiltere arasında kurulan ittifakın, Suudi Arabistan, İsrail, Mısır, BAE’yi kapsayacak biçimde genişletilmesi Türkiye’nin bugüne kadar başarıyla izlediği mekik diplomasisinin sonunun geldiğini gösteriyor. Son dönemde, Türkiye-ABD arasında hızlanan görüşme trafiği de bunu doğruluyor.
Sürecin bir başka boyutunu ise, Türk kapitalizminin içinde debelendiği ekonomik kriz oluşturuyor.
Uzun bir süre Türk kapitalizmine lokomotif görevi gören inşaat sektörü ciddi bir kriz içinde. Bir yandan konut ve altyapı yatırımları tam hız artarken öte yandan konut stoku büyüyor. Altyapı yatırımları kredi bulma zorluğuyla karşı karşıya.
AKP iktidarı döneminde, devletin desteği ve iktidar partisi ortaklığıyla olağanüstü ölçüde büyüyen inşaat firmaları, şimdi iç ve dış borçların yeniden yapılandırılması talebiyle devletin kapısında sıralanmış durumda.
Döviz kurlarında son dönemdeki hareketlenme, hem devletin kefil olduğu borç yükünü büyütürken hem de cari açığı büyütüyor. Dolarda her bir kuruşluk artış Türkiye’ye 4.5 milyon dolara mal oluyor. Kısır bir döngü içinde devlet zamanı gelmiş dış borçlarını ödemek için yeniden dış borç bulmak zorunda. Bu da faizlerin hızla yukarı çıkmasına yol açıyor. Krediler geri dönmüyor, enflasyonla birlikte işsizlik de artıyor.
Birbiri ardından gelen seçimler ve Suriye’deki işgal girişimleri ile bozulan bütçe disiplini IMF’yi harekete geçirmiş durumda. Hükümet IMF ile gizli görüşmelere başladı bile.
Derinleşen ekonomik kriz işçi ve emekçilere artan zamlar, vergiler, işsizlik ve yoksulluk olarak yansıyor. Ekonomik zorluklar, mevcut siyasal kamplaşmayı daha da büyütüyor. İşçi sınıfının başında demoklesin kılıcı olarak sallanan işsizlik, sınıf içinde ataleti büyütse de toplumsal kaynaşma hızla “artık yeter!” noktasına doğru yol alıyor.
Erken seçim Türkiye’nin içinde bulunduğu bu ekonomik ve siyasal tablonun bir sonucu olarak gündeme geldi. Bu tabloya Erdoğan’ın tutkuları ve kaybetme korkusu eklenince baskın seçim halini aldı.
Kısaca, adına ne denirse densin (baskın, korsan vb.) erken seçim, burjuvazinin içinde debelendiği durumun, yönetemezliğinin bir göstergesidir. Yönetemezlik sadece dış politikadaki açmazlar ve krizin derinleşmesiyle bağlantılı değildir. 2017 Anayasa Referandumu’nun ortaya çıkardığı sonuç (sonucu hayır olan referandumun hileyle evete dönüştürülmesi) yönetemezliğin siyasal yönüdür.
Toplumu Erdoğan yanlısı ve karşıtı olarak bölen ve karşı karşıya getiren referandumun gerçek sonucu, burjuvazide dipten gelen dalga endişesini büyütmüştür. Sadece işçi ve emekçileri değil, orta gelir grubundakileri de etkisine alan kriz, bu endişeyi daha da büyütmektedir. Erken seçim kararının ardındaki temel saik bu endişedir. Anayasayı meşrulaştırarak sisteme nefes aldıracak olan erken seçimi AKP kendi iktidarını korumak için baskın seçime dönüştürmüştür.
İYİ Parti’nin seçime sokulmaması, baraja takılması endişesiyle küçük partilere gidecek oyların AKP’ye yönlendirilmesi, AKP’nin baskın seçim girişiminin başka unsurlarıdır. CHP’nin 15 milletvekili vererek İYİ Parti’ye seçime katılmasının yolunun açılması “sıfır baraj” sistemiyle diğer burjuva partileri AKP karşıtı cephede birleştirmesi, AKP’nin seçim hamlesine karşı başarılı bir hamle olarak görülse de, bu gerçekte burjuvazinin başarısıdır. Çünkü bu yolla burjuvazi, tüm partilerin seçime katılmasını sağlayarak anayasanın meşrulaşmasında geniş bir mutabakat sağlamıştır. (Referandumdaki hayırı evete dönüştürerek).
Erken seçim ilanının ardından yaşanan bu gelişmeler, daha seçim yapılmadan burjuvazinin istediği sonucu –anayasanın meşrulaştırılması, OHAL’in olağanlaştırılması- elde ettiğini göstermektedir. Seçimin sonucu nasıl olursa olsun; ister Erdoğan kazansın isterse başka biri, somut gerçek budur.
Bu somut durum seçime katılan partilerin nitelikleri üzerinden bir değerlendirme yapma ve tavır belirlemeyi anlamsızlaştırmaktadır. Çünkü karşı karşıya olduğumuz seçim sıradan bir başkanlık ve parlamento seçimi değildir.
Seçmenin oylarıyla reddettiği; tek başına bir partinin hükümet kurma-kuramama zorluklarını ortadan kaldırarak hükümet kurmayı cumhurbaşkanının inisiyatifine bırakan, kanun hükmünde kararname yetkisi veren, parlamentoyu bütün yetkilerini gasp ederek devre dışı bırakan, meşru olmayan bir anayasanın seçmen oyuyla meşrulaştırılmasıdır.
Bütün bu gerçekler seçimi Erdoğan ya da başka bir adayın kazanmasının işçi sınıfı ve emekçiler açısından bir değişime işaret etmediğini gösteriyor. Çünkü bugünkü ekonomik ve siyasal tablo içinde burjuvazinin işçilere ve emekçilere verebileceği hiçbir taviz yok. Erdoğan’ın seçimi kaybetmesi ise burjuvazi için bir kayıp değil, tersine sisteme nefes aldıracak bir kazançtır.
Komünistlerin amacı, sınıfsız toplumun kurulmasıdır. Komünistler; sınıf mücadelesini, kapitalizmin yıkılarak proletaryanın iktidarının kurulmasını, bu amaca ulaşmanın yegane devrimci yolu olarak görürler; bu mücadeleyi, biçimi ne olursa olsun, burjuva devleti kullanarak, ne kadar “demokratik” olursa olsun onun kurumlarına dayanarak değil, tersine, bütün kurumlarıyla birlikte burjuva devleti parçalamak ve onun yerine işçi sınıfının devletini örgütlemek hedefiyle yürütürler. Bunu aynı zamanda, sınıfları ortadan kaldırmanın ve siyasal olarak devletten devletsizliğe geçişin yolu olarak görürler.
Komünistler sınıf mücadelesinin diğer alanlarında olduğu gibi, seçimlere de bu amacın kılavuzluğunda yaklaşırlar, sınıf mücadelesinin somut durumunu dikkate alarak her seçimi kendi koşulları içinde ele alarak tavır belirlerler. Parlamenter mücadeleyi, seçime katılmayı, burjuva parlamentarizmini meşrulaştırmak için değil, yığınlarda oluşan parlamenter önyargıları dağıtmak için kullanırlar.
Bu yaklaşımla her koşulda seçimleri boykot eden anarşistlerden olduğu kadar, parlamentarizme bel bağlayan reformistlerden de ayrılırlar.
Komünist harekette boykot taktiği genellikle sınıf mücadelesinin yükseldiği, devrimci durumun olgunlaştığı koşullarda, burjuvazinin sınıf bilincini bulanıklaştırmak için başvurduğu taktiğe yönelik olarak başvurulan bir hamledir. Bugün sınıf mücadelesinin bir yükselme trendinde olduğu söylenemez. Sınıf; içindeki hareketlenmeye karşın, ideolojik ve örgütsel gerilik ve dağınıklık içinde, üstelik sınıf hareketine yön verecek devrimci merkezden de yoksundur.
OHAL koşullarında, yapılan seçimin baskı, saldırı ve hilelere sahne olacağı da bir sır değil. Bütün bunlar seçimle ilgili değerlendirmede dikkate alınması gereken unsurlardır. Komünistler seçime ilişkin tavırlarını belirlerken şüphesiz bunlar ve diğer faktörleri değerlendirirler.
Ancak bugün karşı karşıya olduğumuz seçim alışılmış türden bir seçim değildir.
Seçmenin hangi partiye oy vereceği ve kimi seçeceği seçimin gerçek karakterini örten tali bir sorundur. Seçime gerçek karakterini veren, seçmenin oylarıyla reddettiği, hile ile kabul edildiği ilan edilen, anayasanın meşrulaştırılmasıdır. Bunun için bütün burjuva partiler seçimi kullanarak daha geniş kitleleri anayasanın meşrulaştırılmasına katmak için var gücüyle çalışıyor.
Seçime katılımı artırmak için yalan vaatlerin ardı arkası kesilmiyor. Bu yalan vaatlerin en tipiklerinden biri de Erdoğan’ın kaybetmesi durumunda yeniden parlamenter sisteme dönüleceği yalanıdır.
İşçiler ve emekçiler bütün bu yalan vaatlerin gerçek karakterini yaşayarak biliyorlar. 12 Eylül askeri darbesinden sonra burjuva partilerin her biri iktidara geldiklerinde seçim yasasını değiştireceklerini, seçim barajı ve anayasadaki antidemokratik maddeleri vb. kaldıracaklarını ilan etmediler mi?
Aradan geçen 38 yıla rağmen bu yasalar yerli yerinde duruyor. Bugünkü vaatlerin kaderi de bundan farklı olmayacaktır. Meşru olmayan anayasa meşrulaştırılacak ve aynen korunacaktır. Olağanüstü halin kalkacağını, parlamenter sisteme dönüleceğini vaat edenler iktidara geldiklerinde olağanlaşan olağanüstü hal’le yönetmeye devam edeceklerdir.
Ağır bir ekonomik ve siyasi kriz içerisinde debelenen burjuvazinin işçi sınıfına emekçilere, Kürt halkına vaat edeceği işsizlik, ağır çalışma koşulları, yoğunlaşmış bir sömürü, yoksulluk, baskı ve zulümden başka hiçbir şey yoktur.
Son 10 yılda işçi sınıfının, emekçilerin, Kürt halkının karşı karşıya kaldığı durum budur. Seçimin hemen ardından işçi ve emekçilerin benzer ve daha ağır bir tablola ile karşı karşıya kalması bu ekonomik ve siyasal koşulların kaçınılmaz bir sonucu olacaktır. Bu koşullarda işçi sınıfı ve emekçiler bu saldırının karşısında ancak örgütlenerek durabilirler.
Komünistlerin görevi bütün bu çıplak gerçekleri işçi sınıfına, emekçilere ve Kürt halkına anlatmaktır. Seçimi bu hedef için kullanmaktır.
Seçimlere bir parti ya da aday göstererek katılınabileceğine ilişkin algı işçi sınıfını ve emekçileri burjuva parlamentarizmine mahkum eden burjuva propagandanın bir ürünüdür. Aday göstermek, bir partiye ya da adaya işaret etmek seçim sandığını kullanmanın tek yolu değildir.
Aday göstermeden, bir parti ya da adaya işaret etmeden de seçmen duyarlılığına hitap etmek mümkündür. Seçim ortamı kitlelerdeki duyarlılığı artırarak, komünistlere işçi sınıfının en geri kesimlerine bile ulaşabilme olanağını sürdürüyor. Bu olanağı kullanmak, işçi sınıfının öncü kesimlerine ulaşmak ve bu kesimleri işçi sınıfının öncüsü olarak örgütlemek komünistlerin önündeki başlıca görevdir.
Hayalci değiliz, seçmenin Erdoğan ve karşıtı olarak kutuplaştırıldığı, oy kullanmanın buna indirgendiği bugünkü koşullarda söylenecek sözün, gösterilecek çabanın seçmen üzerinde ciddi bir etkisinin olmayacağını biliyoruz. Ama söylenen hiçbir söz, girişilen hiçbir çaba boşa gitmeyecektir!
Yeter ki sözümüzü burjuvazinin oyunlarını bozarak, işçi sınıfına emekçilere devrimci alternatifin ne olması gerektiğini anlatmak için sakınmadan söyleyelim ve işçi sınıfının en geniş kesimlerine ulaşabilmek için çaba sarf edelim.
Söz ve Eylem
http://www.sozveeylem.com/vaatlere-kanma-gucunu-orgutle.html