O Meraklı YOLCU

O Meraklı YOLCU O meraklı yolcu, bu cevvde, bulutu teshirden, rüzgârı tasriften, yağmuru tenzilden ve hâdisât-ı cevviyeyi tedbirden terekküp eden bir hakikatın yüksek.....

Yaratılıştan maksat, yarattığı eserlere bakıp isim ve sıfatlarıyla Yaratıcıyı tanımak, O'na iman etmektir. İnsan, iman sayesinde kendini ve bütün kâinatın anlamını, değerini, misyonunu, fonksiyonunu anlama imkânı bulur.

İman potansiyel, harekete getirici, hızlandırıcı manevî bir güçtür. İman güçlü olduğu ölçüde insan aktif ve dinamik olur; ibadet, salih amel ve hayırlara koşar. Bütün güzellikleri

n kaynağında iman vardır. İnsan imanda mesafe aldıkça insanlıkta da ilerler. İmanda terakkî etme büyük önem taşır. Sayısız fayda ve nurları bulunan, dünya ve ahiret saadetinin temel taşı olan imanın enfes meyvelerine başka nasıl ulaşılabilir? Öyleyse bir insan için en önemli mesele imanda terakkîyi sağlayan taklidî imanı tahkikî hâle getirmek ve onda mesafe almak olmalıdır. Bundan daha önemli bir mesele düşünülemez. Risâle-i Nur’un iman üzerinde yoğunlaşması sebepsiz değildir. Sık sık imanda terakkî üzerinde durulur. Kâinattan Yaratıcısını soran seyyahın müşahede ve izlenimlerine yer verilen Âyetü’l-Kübra Risâlesi bu açıdan büyük bir anlam taşır. Kısaca bu risâleye bir göz atıldığında satırlar arasına serpiştirilmiş iman hakikatinin örnekleriyle arttırılıp genişletildiğini, imanda basamak basamak ilerlendiğini açıkça görürüz. İşte o seyyahın imandaki terakkisiyle ilgili bazı satırlar: “O mütefekkir yolcu her sayfayı okudukça saadet anahtarı olan imanı kuvvetlenip ve mânevî terakkiyatın miftahı olan imanı ziyadeleşip ve bütün kemâlâtın esası ve madeni olan iman-ı billâh hakikati bir derece daha inkişaf edip, manevî çok zevk ve lezzetleri verdikçe…” (Şuâlar, s. 104), “Sonra, seyahat-i fikriyede bulunan ve meraklı ve terakkî ile zevki ve şevki artan dünya yolcusu, bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i marifet ve iman alıp gelirken…” (s. 108), “O mütefekkir yolcu, marifet-i İlâhiyenin hadsiz mertebelerinde ve nihayetsiz ezvakında ve envarında daha ileri gitmek için…” (s. 109), “Sonra imanın daha ziyade kuvvetlenmesinde ve inkişafında ve ilmelyakîn derecesinden aynelyakin mertebesine terakkisinde envarı ve ezvakı görmeye çok müştak olan mütefekkir yolcu…” (s. 111) “Kemâlât-ı insaniyenin en mühimmi ve en büyüğü, belki bilcümle kemâlât-ı insaniyenin menbaı ve esası iman-ı billâhtan ve marifetullahtan neşet eden muhabbetullah olduğunu bilen o dünya seyyahı…” (s. 112) “Bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı iman olduğunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz yolcu…” (s. 123) “Sonra, bir fakir insana değil fanî ve muvakkat bir tarlayı, bir haneyi, belki koca kâinatı ve dünya kadar bir mülk-ü bakìyi kazandıran ve bir fanî adama, ebedî bir hayatın levazımâtını bulduran ve ecelin darağacını bekleyen bir biçareyi idam-ı ebedîden kurtaran ve saadet-i ebediyenin hazinesini açan en kıymettar sermaye-i insaniyenin iman olduğunu bilen mezkûr misafir ve hayat yolcusu…” (s. 129)

“Sonra dünyaya gelen ve dünyadan Yaratanını arayan ve on sekiz adet mertebelerden çıkan ve arş-ı hakikate yetişen bir mi’râc-ı imanî ile gâibâne marifetten hâzırâne ve muhatabane bir makama terakkî eden meraklı ve müştak yolcu…” (s. 132)

Bütün bu satırlarda iman, imanda terakkînin önemi ve güzellikleri bir bir anlatılmıyor mu?

KÜÇÜK BÜYÜK HER ŞEY KAYDEDİLİYOR      Risale-i Nurdan Müjdeler      Risale-i Nurdan Damlalar              SAİD NURSİ    ...
21/08/2024

KÜÇÜK BÜYÜK HER ŞEY KAYDEDİLİYOR
Risale-i Nurdan Müjdeler
Risale-i Nurdan Damlalar
SAİD NURSİ
YEDİNCİ SURET
Gel, bir parça gezelim; şu medenî ahali içinde ne var, ne yok görelim.
İşte bak: Her yerde, her köşede,
müteaddid fotoğraflar kurulmuş; suret alıyorlar. Bak, her yerde müteaddid kâtipler oturmuşlar, bir şeyler yazıyorlar, her şeyi kaydediyorlar, en ehemmiyetsiz bir hizmeti, en âdi bir vukuatı zabtediyorlar.

Hâ, şu yüksek dağda padişaha mahsus
bir büyük fotoğraf kurulmuş ki, (HÂŞİYE) bütün bu yerlerde ne cereyan eder, suretini alıyorlar. Demek, o zat emretmiş ki, mülkünde cereyan eden bütün muamele ve işler zabtedilsin. Demek oluyor ki, o zat-ı muazzam bütün hâdisatı kaydettirir, suretini alır. İşte şu dikkatli hıfz ve muhafaza, elbette bir muhasebe içindir.

Şimdi en âdi raiyetin en âdi muamelelerini ihmal etmeyen bir Hâkim-i Hafîz, hiç mümkün müdür ki, raiyetin en büyüklerinden en büyük amellerini muhafaza etmesin, muhasebe etmesin, mükâfat ve mücâzât vermesin. Hâlbuki o zatın izzetine ve gayretine dokunacak ve şe’n-i merhameti hiç kabul etmeyecek muameleler, o büyüklerden sudûr ediyor. Burada cezaya çarpmıyor. Demek, bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.

HÂŞİYE: Şu Suretin işaret ettiği manaların bir kısmı Yedinci Hakikatte beyan edilmiş. Yalnız burada padişaha mahsus bir büyük fotoğraf işareti ve hakikati Levh-i Mahfuz demektir. Levh-i Mahfuzun tahakkuk-u vücudu Yirmi Altıncı Söz’de şöyle ispat edilmiş ki: Nasıl küçük küçük cüzdanlar, büyük bir kütüğün vücudunu ihsas eder ve küçük küçük senetler bir defter-i kebîrin bulunduğunu iş’ar eder ve küçük kesretli tereşşuhatlar büyük bir su menbaını işmam eder; aynen öyle de, küçük küçük cüzdanlar hükmünde, hem birer küçük Levh-i Mahfuz manasında, hem büyük Levh-i Mahfuzu yazan kalemden tereşşuh eden küçük küçük noktalar suretinde olan benî beşerin kuvve-i hafızaları, ağaçların meyveleri, meyvelerin çekirdekleri, tohumları, elbette bir hafıza-i kübrayı, bir defter-i ekberi, bir Levh-i Mahfuz-u A’zamı ihsas eder, iş’ar eder ve ispat eder, belki keskin akıllara gösterir.
Said Nursi
📕Sözler, s. 72

LÛ­GAT­ÇE:

âdi: sıradan.

Hâkim-i Hafîz: her şeyi kaydedip muhafaza eden ve her şeye hükmeden, Allah.

iş’ar etmek: bildirmek.

işmam: hissettirme, bildirme.

Levh-i Mahfuz-u A’zam: Allah’ın ezelî ilmiyle kâinatta olmuş ve olacak her şeyi değişmez olarak yazmış olduğu büyük manevî levha; ilm-i ezelînin ünvanlarından birisi.

mahkeme-i kübra: ahiretteki büyük mahkeme.

mücâzât: ceza.

müteaddid: çok sayıda, birçok.

raiyet: halk.

şe’n-i merhamet: merhametin, şefkatin gereği.

tereşşuhat: sızıntılar, damlacıklar.

zat-ı muazzam: büyük şahıs, azametli kişi.
O Meraklı YOLCU

20/08/2024

AHMET HÜSREV ALTINBAŞAK AĞABEYİ
RAHMET VE MİNNETLE YAD EDİYORUZ
20 Ağustos 1977 tarihinde vefat
eden Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden Ahmet Hüsrev Altınbaşak'ı rahmetle yad ediyoruz

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ
Âlem-i İslâm’ın en karanlık günlerinde
bile “Allah’ın Rahmet’inden ümidinizi kesmeyin” mealindeki âyete ittibaen ümmet-i Muhammed’e (asm) ümid dersleri vermişti. 1911’de Şam Emeviye Camii’nde okuduğu hutbede İslâm Âlemi’nin geri kalmasının sebeplerinden birisinin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi olduğunu ifade etmişti.

İSTİKBAL YALNIZ VE YALNIZ İSLÂMİYET’İN OLACAK
Yine aynı risalede “İstikbal yalnız ve
yalnız İslâmiyet’in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak.

Öyle ise şimdiki kader-i ilâhi ve kısmetimize razı olmalıyız ki, bize parlak bir istikbal, ecnebilere müşevveş bir mazi düşmüş” diyerek istikbale yönelik müjdeler vermişti. O’na göre her kışın bir baharı, her gecenin bir sabahı vardı ve İslâm Âlemi’nin gecesi de bir gün gelecek gündüze inkılâp edecekti.

ÜMİDLERİNİ HİÇ KAYBETMEDİLER
Hüsrev Efendi de diğer Nur Talebeleri
gibi Bediüzzaman Hazretleri’nin bu istikbal tasavvuruna aynen sahipti. Ne kadar şiddetli zulümler görseler de bu ümidlerini hiç kaybetmediler.

Talebelerine Risale-i Nur’dan aldığı iman derslerini nakleden Hüsrev Efendi devamlı ümid dağıtmakta ve onlara şöyle müjdeler vermekteydi:“Kardeşlerim! Müteessir olmayın! İslâmiyet yeryüzüne hâkim
olacak. İslâmiyet dünyaya hâkim olmadıkça kıyamet kopmayacak! İslâmiyet son meyvesini verecek! Öyle bir İslâmiyet gelecek ki bütün dünya kıtalar halinde İslâmiyet’e dahil olacak. Öyle bolluk olacak ki, kimsenin geçim sıkıntısı olmayacak. Bir zengin zekâtını verecek fakir bulamadığı için parasını devlete verecek, dünyanın diğer bölgelerindeki insanlara gönderecek. İslâmiyet hâkim olduğu zaman Cenab-ı Hak yer altındaki ve yer üstündeki hazineleri o insanların emrine verecektir.

Böyle bir gün gelecek, hiç merak etmeyin! İnsanların ümidini kestiği zamanda bunlar olacak.

”YA RABBİ! FEREC-İ MUHAMMEDİYE’Yİ (MUHAMMEDÎ KURTULUŞU) (ASM) BİZE PAHALIYA SATMA!“

Allahü Teâlâ Hazretleri, tek bir kişi de
olsa, vaadini muhakkak yerine getirecektir” diyen Hüsrev Efendi, namazlarında Âlem-i İslâm’ın kurtuluşu için uzun uzun dualar ederdi. Zaman zaman bu dualarını talebeleri de duyarlardı. En ziyade şöyle dua ettiği işitilirdi: “Ya Rabbi! Ferec-i Muhammediye’yi (Muhammedî kurtuluşu) (asm) bize pahalıya satma! Ucuz ver! Lütfundan, kereminden ver!” derdi.
O Meraklı YOLCU

ŞU MİSAFİRHANE ARKASINDA DAİMÎ SARAYLAR VAR        Said NursiRisale-i Nurdan DamlalarRisale-i Nurdan Müjdeler       ALTI...
20/08/2024

ŞU MİSAFİRHANE ARKASINDA DAİMÎ SARAYLAR VAR
Said Nursi
Risale-i Nurdan Damlalar
Risale-i Nurdan Müjdeler

ALTINCI SURET
İşte gel, bak. Bu muhteşem şimendiferler, tayyareler, teçhizatlar, depolar, sergiler, icraatlar gösteriyorlar ki, perde arkasında pek muhteşem bir saltanat vardır; (HÂŞİYE) hükmediyor.

Böyle bir saltanat, kendisine lâyık
bir raiyet ister. Hâlbuki görüyorsun,
bütün raiyet bu misafirhanede toplanmışlar; misafirhane ise, her
gün dolar boşanır.

Hem bütün raiyet, manevra için bu meydan-ı imtihanda bulunuyorlar;
meydan ise, her saat tebdil ediliyor.

Hem bütün raiyet, padişahın
kıymettar ihsanatının numunelerini ve harika sanatlarının antikalarını sergilerde temaşa etmek için şu teşhirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar.

Meşher ise,
her dakika tahavvül ediyor; giden gelmez, gelen gider.

İşte bu hâl, şu vaziyet kat’î gösteriyor ki,
şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında daimî saraylar, müstemir meskenler, şu numunelerin ve suretlerin halis ve yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineler vardır.

Demek burada çabalamak onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin, istidadına göre, orada bir
saadeti var.

HÂŞİYE:
Meselâ, nasıl şu zamanda manevra meydanında, harb usulünde “Silâh al, süngü tak!” emriyle koca bir ordu baştan başa dikenli bir meşegâha benzediği gibi; her bir bayram gününde, resmigeçit için “Formalarınızı takıp nişanlarınızı asınız!” emrine karşı, ordugâh serâser, rengârenk çiçek açmış müzeyyen bir bahçeyi temsil ettiği misillü; öyle de, rûy-i zemin meydanında, Sultan-ı Ezelî’nin nihayetsiz envâ-ı cünudundan melek ve cin ve ins ve hayvanlar gibi şuursuz nebatat taifesi dahi hıfz-ı hayat cihadında, emr-i ‘kün feyekûn’ ile, “Müdafaa için silâhlarınızı ve cihazatınızı takınız!” emr-i İlâhîyi aldıkları vakit, zemin baştan aşağıya bütün ondaki dikenli ağaçlar ve nebatlar süngücüklerini taktıkları zaman, aynen süngülerini takmış muhteşem bir ordugâha benziyor.

Hem baharın her bir günü, her bir
haftası birer taife-i nebatatın birer
bayramı hükmünde olduğu için her bir taifesi dahi kendi Sultanının o taifeye ihsan ettiği güzel hediyeleri teşhir için ona taktığı murassa nişanları birer resmigeçit tarzında, o Sultan-ı Ezelî’nin nazar-ı şuhud ve işhadına arz ettiğinden ve öyle bir vaziyet gösterdiğinden, bütün nebatat ve eşcar, güya “Sanat-ı Rabbaniye murassaatını ve çiçek ve meyve denilen fıtrat-ı İlâhiyenin nişanlarını takınız, çiçekler açınız!” emr-i Rabbaniyeyi dinliyorlar ki, rûy-i zemin dahi gayet muhteşem bir bayram gününde, şahane resmigeçitte, sürmeli formaları ve murassa nişanları parlayan bir ordugâhı temsil ediyor.

İşte şu derece hikmetli ve intizamlı teçhizat ve tezyinat, elbette nihayetsiz kadîr bir Sultan’ın, nihayet derecede hakîm bir Hâkim’in emriyle olduğunu, kör olmayanlara gösterir.
SAİD NURSİ
📕Sözler, s. 71

LÛ­GAT­ÇE:

emr-i ‘kün feyekûn’: “Ol!” emri; Allah’ın yaratma emri.

envâ-ı cünud: ordu çeşitleri, asker türleri.

eşcar: ağaçlar.

hıfz-ı hayat: hayatı koruma.

meşher: teşhir yeri, sergi, gösterme yeri.

murassa: süslü.

müstemir: devamlı, sürekli.

nazar-ı şuhud ve işhad: görmek ve başkalarına da göstermek isteyen bakış.

raiyet: halk.

rûy-i zemin: yeryüzü.

şimendifer: tren.
Salı 20 Ağustos 2024
O Meraklı YOLCU

NURLAR’LA HİZMET HER TARAFTA İLÂNATLA OLURRisalei Nurdan DamlalarRisale-i Nurdan Müjdeler       SAİD NURSİBu zamanda Nur...
19/08/2024

NURLAR’LA HİZMET HER TARAFTA İLÂNATLA OLUR
Risalei Nurdan Damlalar
Risale-i Nurdan Müjdeler
SAİD NURSİ
Bu zamanda Nurlarla hizmet-i imaniye, her tarafta ilânatla ve muhtaç olanların nazar-ı dikkatlerini celb etmekle olur.
Bu zamanda Nurlar’la hizmet-i imaniye, her tarafta ilânatla ve muhtaç olanların nazar-ı dikkatlerini celb etmekle olur.

▪️Lem’alar, s. 400

***

Sâniyen: Bu sırada hem Ehl-i Sünnet gazetesi hem buranın gazetesi hem Zübeyir’in hararetli mukabelesi Nurlarla iştigalleri güzel bir ilânat hükmüne geçtiler. Benim bedelime, benim hoşuma giden bize dair bahislerine bakınız, bana bildiriniz.

▪️Şuâlar, s. 556

***

Risale-i Nur, bu mübarek vatanın manevî bir halâskârı olmak cihetiyle, şimdi iki dehşetli manevî belâyı def’ etmek için matbuat ile tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim:

• O dehşetli belâdan birisi: Hıristiyan dinini mağlûp eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanının, bu vatanı manevî istilâsına mukabil Risale-i-Nur, Sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’ânî vazifesini görebilir.

• İkincisi: Âlem-i İslâmın bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ithamlarını izale etmek için matbuat lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi. (HÂŞİYE-1)

Ben dünyanın halini bilmiyorum. Fakat Avrupa’da istilâ­kâ­râne hükmeden ve edyân-ı semaviyeye dayanmayan bu dehşetli cereyanın istilâsına karşı Risale-i Nur hakikatleri bir kal’a olduğu gibi, âlem-i İslâmın ve Asya kıt’asının hâl-i hazırdaki itiraz ve ittihamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeye vesile olan bir mu’cize-i Kur’âniyedir. Bu vatanın, bu milletin vatanperver siyasîleri sür’atle Risale-i Nur’u tab ettirerek resmî neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belâya karşı siper olsunlar. (HÂŞİYE-2)

HÂŞİYE-1: İşte bu hakikat, Risale-i Nur’un –bu mektubun yazılışından on sene sonra– Ankara’da matbaalarda tab edilmesiyle tahakkuk etmiştir.

HÂŞİYE-2: Bu dünya çapındaki büyük şerefe ve en muazzam İslâmî hizmete, ancak yeni hükûmet mazhar olabilmiş; ve büyük bir anlayış göstererek, Risale-i Nur’un matbaalarda 1956 senesinde basılmasına sebep olmakla, millet-i İslâmiyenin büyük bir teveccühünü kazanmakla, kuvvetini çok fazla arttırmak muvaffakiyetini elde etmiştir.

▪️Tarihçe-i Hayat, Emirdağ
Hayatı, s. 506

LÛ­GAT­ÇE:

anarşilik: Terör, kargaşa.

edyân-ı semaviye: Vahye istinat eden semavî dinler.

halâskâr: Kurtarıcı.

hâl-i hazır: Şimdiki zaman, mevcut hâl.

hizmet-i imaniye: İman hizmeti.

ilânat: İlanlar, duyurular.

istilâ­kâ­râne: İstilâ edercesine.

iştigal: Meşgul olma.

kal’a: Kale.

lisan: Dil.

matbuat: Basın-yayın; matbaalarda basılıp belirli zamanlarda neşredilen gazete, dergi vb. yayınların tamamı.

sâniyen: İkinci olarak.

Sedd-i Zülkarneyn: Kur’ân’da ismi geçen Zülkarneyn’in, Ye’cüc ve Me’cüc kavminden korunmak isteyenler için Allah’ın yardımıyla yaptırdığı çok büyük ve sağlam set, kale.

sedd-i Kur’ânî: Kur’ân’a dayalı manevî bir set.

şimal: Kuzey.

tab etmek: Matbaada basmak.

tezahür: Ortaya çıkma, görünme.

uhuvvet: Kardeşlik.
O Meraklı YOLCU

BU MEYDAN-I İMTİHANDA OLANLAR, BAŞIBOŞ DEĞİLLERRisale-i Nurdan DamlalarRisale-i Nurdan Müjdeler       Said Nursi       B...
19/08/2024

BU MEYDAN-I İMTİHANDA OLANLAR, BAŞIBOŞ DEĞİLLER
Risale-i Nurdan Damlalar
Risale-i Nurdan Müjdeler
Said Nursi

BEŞİNCİ SURET
Bak, bu işler içinde görünüyor ki
o misilsiz zatın pek büyük bir şefkati
vardır.
Çünkü her musibetzedenin
imdadına koşturuyor, her suâle ve
matluba cevap veriyor. Hatta bak,
en edna bir hâcet, en edna bir raiyetten görse, şefkatle kaza ediyor.

Bir çobanın bir koyunu, bir ayağı incinse,
ya merhem, ya baytar gönderiyor.

Şimdi gel, gidelim. Şu adada büyük bir içtima var; bütün memleket eşrafı orada toplanmışlar. Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yaver-i ekrem, bir nutuk okuyor.

O şefkatli padişahından bir şeyler istiyor. Bütün ahali, “Evet, evet! Biz de istiyoruz” diyorlar. Onu tasdik ve te’yid ediyorlar. Şimdi dinle, bu padişahın sevgilisi diyor ki:

“Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını
göster ve bizi makarr-ı saltanatına
celb et.

Bizi bu çöllerde mahvettirme;
bizi huzuruna al, bize merhamet et.
Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir.

Bizi zeval ve teb’id ile tâzib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu mutî raiyetini başıboş bırakıp idam etme” diyor ve pek çok yalvarıyor; sen de işitiyorsun.

Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli
bir padişah, hiç mümkün müdür ki,
en edna bir adamın en edna bir meramını ehemmiyetle yerine getirsin, en sevgili bir yaver-i ekreminin en güzel bir maksudunu yerine getirmesin?
Hâlbuki o sevgilinin maksudu umumun da maksududur; hem padişahın marzîsi, hem merhamet ve adaletinin muktezasıdır, hem ona rahattır, ağır değil.

Bu misafirhanelerdeki muvakkat nüzhetgâhlar kadar ağır gelmez.
Madem numunelerini göstermek için beş altı gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu; elbette hakikî hazinelerini, kemâlâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak.

Demek bu meydan-ı imtihanda olanlar, başıboş değiller; saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar.
SAİD NURSİ
📕Sözler, s. 70

LÛ­GAT­ÇE:

baytar: veteriner.

edna: en basit.

içtima: toplantı, bir araya gelme.

makarr-ı saltanat: saltanat merkezi.

marzî: razı olunan, istenilen şey.

matlub: istenilen, arzu edilen şey.

meydan-ı imtihan: imtihan meydanı.

misilsiz: eşi benzeri olmayan.

mutî: itaatkâr.

nüzhetgâh: dinlenme, gezinti yeri.

perverde: besleme; donatma.

raiyet: bir idarenin altında bulunan halk.

seyrangâh: gezinti yeri, mesire yeri.

tâzib: azap etme.

teb’id: uzaklaştırma, ayrı bırakma.

yaver-i ekrem: en değerli ve en şerefli memur.

zeval: sona erme, bitiş.
19 Ağustos 2024, Pazartesi
O Meraklı YOLCU

DEMEK, BİR SEYRANGÂH-I DAİMÎYE GİDİLİYOR   Risale-i Nurdan Müjdeler   Risale-i Nurdan Damlalar       DÖRDÜNCÜ SURETBak, ...
18/08/2024

DEMEK, BİR
SEYRANGÂH-I DAİMÎYE GİDİLİYOR
Risale-i Nurdan Müjdeler
Risale-i Nurdan Damlalar

DÖRDÜNCÜ SURET
Bak, hadd ü hesaba gelmeyen şu
sergilerde olan misilsiz mücevherat,
şu sofralarda olan emsalsiz mat’ûmât gösteriyorlar ki, bu yerlerin padişahının hadsiz bir sehaveti, hesapsız dolu hazineleri vardır.

Hâlbuki böyle bir sehavet ve tükenmez hazineler, daimî ve istenilen her şey içinde bulunur bir dâr-ı ziyafet ister. Hem ister ki, o ziyafetten telezzüz edenler, orada devam etsinler; tâ zeval ve firak ile elem çekmesinler. Çünkü zeval-i elem lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet dahi elemdir.

Bu sergilere bak ve şu ilânlara dikkat et ve bu dellâllara kulak ver ki, mu’ciznüma bir padişahın antika sanatlarını teşkil ve teşhir ediyorlar, kemâlâtını gösteriyorlar, misilsiz cemal-i manevîsini beyan ediyorlar, hüsn-ü mahfîsinin letaifinden bahsediyorlar. Demek, onun pek mühim, hayret verici kemâlât ve cemal-i manevîsi vardır.

Gizli, kusursuz kemâl ise, takdir edici, istihsan edici, “Maşaallah” deyip müşahede edicilerin başlarında teşhir ister. Mahfî, nazirsiz cemal ise, görünmek ve görmek ister. Yani, kendi cemalini iki vecihle görmek (biri muhtelif âyinelerde bizzat müşahede etmek, diğeri müştak seyirci ve mütehayyir istihsan edicilerin müşahedesi ile müşahede etmek) ister; hem görmek, hem görünmek, hem daimî müşahede, hem ebedî işhad ister.

Hem o daimî cemal, müştak seyirci ve istihsan edicilerin devam-ı vücutlarını ister. Çünkü daimî bir cemal, zail müştaka razı olamaz. Zira dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevalin tasavvuruyla, muhabbeti adavete döner, hayret ve hürmeti tahkire meyleder. Çünkü insan bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır.

Hâlbuki şu misafirhanelerden, herkes çabuk gidip kayboluyor; o kemâl ve o cemalin bir ışığını, belki zayıf bir gölgesini, bir anda bakıp doymadan gidiyor.

Demek, bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor.
Said Nursi
📕Sözler, s. 69

LÛ­GAT­ÇE:

adavet: düşmanlık.

dâr-ı ziyafet: ziyafet yeri.

dellâl: ilân edici, duyurucu.

firak: ayrılık.

hüsn-ü mahfî: gizli güzellik.

istihsan: güzel bulma, beğenme.

işhad: şahitlik, tanıklık.

letaif: incelikler, güzellikler.

mahfî: gizli, saklı.

mat’ûmât: yiyecekler.

mu’ciznüma: mu’cizeler gösteren; benzersiz, harika işler yapan.

nazirsiz: benzersiz, eşsiz.

sehavet: cömertlik, el açıklığı.

seyrangâh-ı daimî: devamlı bir seyir ve gezme yeri.

zail: yok olan.

zeval: yok olma, sona erme.

zeval-i elem: üzüntü ve acının yok olması.

zeval-i lezzet: lezzetin sona ermesi.
18 Ağustos 2024, Pazar
O Meraklı YOLCU

İHLÂSIN SIRRINI KAZANMAYA MECBUR VE MÜKELLEFİZ   Risale-i Nurdan Müjdeler   Risale-i Nurdan Damlalar          İhlâs Risa...
17/08/2024

İHLÂSIN SIRRINI KAZANMAYA MECBUR VE MÜKELLEFİZ
Risale-i Nurdan Müjdeler
Risale-i Nurdan Damlalar

İhlâs Risalesi okumaları 11

İhlâs Risalesi girişindeki ilk dört
cümlesinde Bediüzzaman Hazretleri; ihlâsın ehemmiyet ve kazandırdıklarını anlatır ve vaziyet değerlendirmesini yaparak, sözü mutlaka ihlâslı olmaya
şu ifadeleriyle getirir:

“Elbette, herkesten ziyade, bütün kuvvetimizle ihlâsı kazanmaya mecbur ve mükellefiz. Ve ihlâsın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız. Yoksa hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye kısmen zayi olur, devam etmez; hem şiddetli mes’ul oluruz.”

“Kesinlikle” manasındaki “elbette” ifadesi tartışmasız bir şekilde şart olup, “herkesten ziyade” ile diğerlerinden farklı vazifeye açık bir işarettir.

Tavzif konusuna girişteki bu ifadeler ile manaya fevkalâde dikkat çeken ifadeler ile cümlenin sonundaki ifadeleri bir bütün olarak değerlendirildiğinde kesinlikle, herkesten daha fazla, mecbur ve sorumluyuz manasında, şart ve zorunlu kılan hem müşevvik ve hem de mecebbir ifadeler haklı olarak bütün kuvvetimizle ihlâsı kazanmaya yöneliktir. Elhak, hem doğrudur da ve hem ifade tesiri bakımından da müessirdir.

İhlâsı, gerçekten ama bütün kuvvetimizle kazanmaya hem mecbur ve hem de mükellefiz.

‘Kuvvet’ kelimesini, her hangi bir şarta bağlı olmayan manasında ıtlak kullanmış. Üçüncü çoğul şahıs eki olan (kuvveti) –miz ile tahkim edip, ferdîlikten küllîliğe teşmil edip kuvvetlendirmiş. O halde şartsız/şurtsuz ve ama’sız/fakatsız bütün kuvvetimizle ihlâsı kazanmaya mecbur ve mükellefiz.

Mecburuz, çünkü “bizler gayet az ve zayıf ve fakir kuvvetsiz olduğumuz halde”yiz. Bunun için “en büyük bir kuvvet,”, “en metin bir nokta-i istinad,”, “en kerametli bir vesile-i makasıd” olan ihlâsı kazanmaya mecburuz.

Mükellefiz, çünkü: “gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’âniye omuzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş.”, bir vazife sebebiyle mükellefiz.

Bir vazifenin verilmesi, üst makamdan gelmesi anlamında olup, emirdir. O vazife ifasındaki hâller, ikrâmdır; meşakkatler, teşviktir; nurlar/sırlar, makamdır.

Bu ağır ahval ve şerait sebebiyle “ihlâsın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız.”

“İhlâsın sırrını” ifadesini nasıl anlamalıyız? İhlâs bir sır mı? Sır ise “kendimizde yerleştirmek” de ne demek, nasıl oluyor ve ne manası var?

Risale-i Nur’un hocası Risale-i Nur’dur, zaviyesinden hareketle cevab yine İhlâs Risalesinden gelmektedir: “Madem ihlâsta mezkûr hassalar gibi çok nurlar var ve çok kuvvetler var.”

Girişte sıralanan dokuz adet “en”lemesine engin olan o nurlar birer sır ve o sırlar birer nurdur. İsterseniz dönün ve o sırları/nurları bir daha okuyun ve iddiamızı teyid edin, lütfen.

İşte o sıralanan dokuz mana, en öz ve has ifadesiyle takdimi şöyledir:

“İhlâsta mezkûr hassalar gibi çok nurlar var ve çok kuvvetler var.”

Bu derece ehemmiyetli hassa, nur ve kuvveti ihtiva eden ihlâsın kazanılmaması ve yaşanılmaması durumundaki vaziyetin tahliline gelir, söz.

Lâkin son bir genel ricamız var: Bu tahliller bir nefeste okunmamalı, hazmede hazmede okunmalı ki maksada vesile olsun, inşaallah.

Mehmet Çetin
O Meraklı YOLCU

HAKSIZLIĞI HAK ZANNEDEN ADAMLARA KARŞI TAVRIMIZ       Risale-i Nurdan Müjdeler       Risale-i Nurdan Damlalar▪️KİNCİ SUA...
16/08/2024

HAKSIZLIĞI HAK ZANNEDEN ADAMLARA KARŞI TAVRIMIZ
Risale-i Nurdan Müjdeler
Risale-i Nurdan Damlalar

▪️KİNCİ SUALİNİZ:
Neden vesika almak için müracaat etmiyorsun?

Elcevap: Şu meselede ben kaderin mahkûmuyum, ehl-i dünyanın mahkûmu değilim. Kadere müracaat ediyorum.
Ne vakit izin verirse, rızkımı buradan
ne vakit keserse, o vakit giderim.
Şu mânânın hakikati şudur ki:

Başa gelen her işte iki sebep var:
biri zâhirî, diğeri hakikî. Ehl-i dünya zâhirî bir sebep oldu, beni buraya getirdi. Kader-i İlâhî ise, sebeb-i hakikîdir; beni bu inzivâya mahkûm etti. Sebeb-i zâhîrî zulmetti, sebeb-i hakikî ise adalet etti.

Zâhirîsi şöyle düşündü: “Şu adam ziyadesiyle ilme ve dine hizmet eder;
belki dünyamıza karışır” ihtimaliyle beni nefyedip üç cihetle katmerli bir zulüm
etti.

Kader-i İlâhî ise, benim için gördü ki, hakkıyla ve ihlâsla ilme ve dine hizmet edemiyorum; beni bu nefye mahkûm
etti. Onların bu katmerli zulmünü muzaaf bir rahmete çevirdi.

Madem ki nefyimde kader hâkimdir
ve o kader âdildir; ona müracaat ederim. Zâhîrî sebep ise, zaten bahane nev’inden birşeyleri var. Demek onlara müracaat mânâsızdır.

Eğer onların elinde bir hak veya
kuvvetli bir esbab bulunsaydı, o vakit onlara karşı da müracaat olunurdu.

Başlarını yesin, dünyalarını tamamen bıraktığım ve ayaklarına dolaşsın, siyasetlerini büs bütün terk ettiğim
halde, düşündükleri bahaneler,
evhamlar elbette asılsız olduğundan,
onlara müracaatla o evhamlara bir hakikat vermek istemiyorum.

Eğer uçları ecnebî elinde olan dünya siyasetine karışmak için bir iştiham
olsaydı, değil sekiz sene, belki sekiz
saat kalmayacak, tereşşuh edecekti, kendini gösterecekti.
Halbuki sekiz
senedir birtek gazete okumak arzum olmadı ve okumadım.

Dört senedir burada taht-ı nezarette bulunuyorum; hiçbir tereşşuh
görülmedi.

Demek, Kur’ân-ı Hakîmin hizmetinin
bütün siyasetlerin fevkinde bir ulviyeti
var ki, çoğu yalancılıktan ibaret olan
dünya siyasetine tenezzüle meydan vermiyor.

Adem-i müracaatımın ikinci sebebi
şudur ki: Haksızlığı hak zanneden
adamlara karşı hak dâvâ etmek, bir nevi haksızlıktır. Bu nevi haksızlığı irtikâp etmek istemem.
Said Nursi
📕On Üçüncü Söz
O Meraklı YOLCU
https://www.saidnursi.de

KUR’ÂN’IN MEDENİYET HARİKALARINDAN BAHSİRisale-i Nurdan MüjdelerRisale-i Nurdan Damlalar           Said Nursiİki Mühim S...
15/08/2024

KUR’ÂN’IN MEDENİYET HARİKALARINDAN BAHSİ
Risale-i Nurdan Müjdeler
Risale-i Nurdan Damlalar
Said Nursi
İki Mühim Suâle Karşı İki Mühim Cevap

BİRİNCİSİ

Eğer desen:
“Madem Kur’ân, beşer için nazil
olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan medeniyet harikalarını tasrih etmiyor?

Yalnız gizli bir remiz ile, hafî bir ima ile,
hafif bir işaretle, zayıf bir ihtar ile iktifa ediyor?”

Elcevap: Çünkü medeniyet-i beşeriye harikalarının hakları bahs-i Kur’ânîde
o kadar olabilir. Zira Kur’ân’ın vazife-i asliyesi daire-i rububiyetin kemâlât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvâlini talim etmektir.

Öyle ise, şu havârik-ı beşeriyenin
o iki dairede hakları yalnız bir zayıf
remiz, bir hafif işaret ancak düşer.
Çünkü onlar daire-i rububiyetten
haklarını isteseler, o vakit pek az hak alabilirler.
Meselâ, tayyare-i beşer (HÂŞİYE)

Kur’ân’a dese:
“Bana bir hakk-ı kelâm ver, âyâtında
bir mevki ver.” Elbette o daire-i
rububiyetin tayyareleri olan seyyarat,
arz, kamer, Kur’ân namına diyecekler: “Burada cirmin kadar bir mevki
alabilirsin.”

Eğer beşerin tahte’l-bahirleri, âyât-ı Kur’âniyeden mevki isteseler, o dairenin tahte’l-bahirleri, yani bahr-i muhit-i havaîde ve esir denizinde yüzen zemin
ve yıldızlar ona diyecekler: “Yanımızda senin yerin görünmeyecek derecede
azdır.”

Eğer elektriğin parlak yıldızmisal lâmbaları, hakk-ı kelâm isteyerek, ayetlere girmek isteseler, o dairenin elektrik lâmbaları olan şimşekler, şahaplar ve gökyüzünü ziynetlendiren yıldızlar ve misbahlar diyecekler: “Işığın nisbetinde bahis ve beyana girebilirsin.”

Eğer havârik-ı medeniyet, dekàik-ı sanat cihetinde haklarını isterlerse ve ayetlerden makam talep ederlerse, o vakit bir tek sinek onlara, “Susunuz!” diyecek. “Benim bir kanadım kadar hakkınız yoktur. Zira sizlerdeki, beşerin cüz-i ihtiyârıyla kesb edilen bütün ince sanatlar ve bütün nazik cihazlar toplansa, benim küçücük vücudumdaki ince sanat ve nazenin cihazlar kadar acib olamaz. ‘Sizin Allah’ı bırakıp da taptıklarınızın hepsi bir araya gelse, bir sinek bile yaratamazlar. (Hac Suresi: 73) (ilâ âhir)’ ayeti sizi susturur.”

Eğer o harikalar daire-i ubudiyete gidip, o daireden haklarını isterlerse, o zaman o daireden şöyle bir cevap alırlar ki:

“Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünkü programımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise, onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir. En ehem ve en elzem işler takdim edilecektir. Hâlbuki siz ekseriyet itibarıyla şu fânî dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i nazarında ve gaflet perdesi altında, dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir suret sizde görülüyor. Öyle ise, hakperestlik ve ahireti düşünmeklik esasları üzerine müesses olan ubudiyetten hisseniz pek azdır. Lâkin eğer kıymettar bir ibadet olan sırf menfaat-i ibadullah için ve menafi-i umumîye ve istirahat-i ammeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemâline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem sanatkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içinizde varsa, o hassas zatlara şu remiz ve işârât-ı Kur’âniye, sa’ye teşvik ve sanatlarını takdir etmek için elhak kâfi ve vâfidir.”

HÂŞİYE: Şu ciddî meseleyi yazarken, ihtiyârsız olarak, kalemim üslûbunu şu latîf latîfeye çevirdi. Ben de kalemimi serbest bıraktım. Ümit ederim ki, üslûbun latîfeliği, meselenin ciddiyetine halel vermesin.
SAİD NURSİ
📕Sözler, s. 297
15 Ağustos 2024, Perşembe
O Meraklı YOLCU

MUSTAFA SUNGUR ABİ KİMDİR? (1929-2012)1929’da Eflâni’de doğdu. Kastamonu Gölköy Enstitüsü mezunudur. Evli ve yedi çocuk ...
14/08/2024

MUSTAFA SUNGUR ABİ KİMDİR? (1929-2012)

1929’da Eflâni’de doğdu.
Kastamonu Gölköy Enstitüsü mezunudur. Evli ve yedi çocuk sahibir. Bedîüzzamân Saîd Nursî’nin en yakın talebe ve hizmetkârlarındandır.

Bediüzzaman’ın önde gelen talebelerindendir. Uzun süre kendisinin hizmetinde bulunmuştur. İlerlemiş yaşına rağmen 1946 yılından bu yana Risâle-i Nurları aynı aşkla okuma ve yayma hizmetine devam etmiştir.
Bediüzzaman’ın mânevî evlâdıdır.

Mustafa Sungur, 1929 yılında bugün Karabük’e bağlı olan Eflani’de doğdu. Uzun yıllar burada kaldı. İlkokulu burada okudu. Daha sonra Kastamonu Gölköy’de bulunan Köy Enstitüsüne kayıt oldu.
Okulda çalışkanlığıyla dikkat çekti. Öğrenciliği boyunca çok sayıda kitap okudu.

Köy Enstitülerinde dine karşı takınılan olumsuz tavra rağmen, dine meyilli olan Mustafa Sungur bu eğilimini devam ettirdi. Aile büyüklerinden de gördüğü destekle mânevî yönünü takviye etmeye çalıştı. Köyünde bulunan İbrahim Hoca’dan dînî dersler aldı. Enstitüden mezun olduktan sonra eğitimine devam etmek istedi. Amacı, yüksek tahsil yapıp öğretmen veya müfettiş olmaktı. Ancak, babası buna izin vermedi.

Mustafa Sungur, köy enstitüsünden mezun olduktan sonra, köyde öğretmenlik yapmaya başladı. Öğrenciliği sırasında bilgi sahibi olmaya başladığı Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’u, bu öğretmenliği sırasında, Emirdağ Lâhikası’nda “Hafız Ali’nin tam varisi” olarak vasıflandırılan ve ismi çok zikredilen Ahmet Fuat Efendi ile Safranbolulu Keçeci Mehmet Efendi vasıtasıyla 1946 yılında tanıdı. Çalışlar Köyü’nde öğretmenliğini sürdürürken Bediüzzaman Said Nursî’yi ziyaret etti.

Mustafa Sungur’a önce Şemsettin Yeşil’in kitapları verilir. Bilindiği gibi bu kitaplarda Risâle-i Nur’dan kaynak gösterilmeden alıntılar yer almaktaydı. İntihal yazıları öğrenen Bediüzzaman Hazretleri buna bir şey dememişti. Bir toplantı için Safranbolu’ya giden Mustafa Sungur, burada bulunan Hüsnü Bayram’ın babası olan Hıfzı Bayram Efendi’yle tanıştı. Hıfzı Bey kendisine formalar halinde bazı yazılar verip okumasını söyledi. Verilen formalar, Risâle-i Nur’dandı. Bediüzzaman’ın eseri olduğunu öğrendi. Böylece Safranbolu’da hem Risâle-i Nur, hem de talebeleriyle tanışmış oldu.

Risâle-i Nur’u tanıyıp Bediüzzaman Hazretleri hakkında bilgi sahibi olan Mustafa Sungur, talebe olmak için büyük bir heyecan yaşamaktaydı. Daha önceden yaşadıklarını da ara sıra dile getirerek Bediüzzaman’a mektuplar yazmaya başladı. Bu mektuplardan bazıları lâhikalarda yerini aldı. Heyecanla talebeliğe kabulünü beklerken, Bediüzzaman’ın gönderdiği mektupta kendi ismi de zikredilmekteydi: “Nurun küçük kahramanlarından Mustafa Sungur ve Rahmi’nin az bir zamanda eski harfle, Mustafa Sungur’un gayet mükemmel, Meyve’nin 11. Meselesi Hatimesi ile Rahmi’nin Gençlik Rehberi’ni eski harflerle güzelce yazmaları ve Kastamonu’dan gelen kitaplarım içinde bize göndermeleri, hakikaten benim için yeni biraderzadelerim bir Abdurrahman ve Fuad dünyaya gelmiş gibi beni memnun ediyor.” Bu ifadeler kendisi için çok büyük değer taşımaktaydı.

Mustafa Sungur, Bediüzzaman Hazretlerini görmek için 1947 Eylül’ünde teşebbüse geçti. Yol masrafı için gereken parayı borç edindi. Çalışlar Köyü’nden atla önce Eflani’ye, oradan da 7-8 saat süren bir yolculuktan sonra Safranbolu’ya gitti. Buradan Karabük’e ve yorucu bir tren yolculuğundan sonra Ankara’ya vardı. Ankara’dan Eskişehir’e yine trenle gitti. Buradan da Emirdağ’a hareket etti. Günlerce süren yolculuktan sonra Bediüzzaman ile görüşme şansını elde etti. Bediüzzaman; evli olup olmadığını sordu. Ancak, daha önceden evlenmişti. Bekâr olsaydı yanına alacağını söyledi. “Ceylan bir Sungur, Sungur bir Ceylan” diyerek iltifatta bulundu. Çünkü, Ceylan epey zamandır kendisine hizmet eden önemli bir talebesiydi.

Bediüzzaman’ın talebelerinin kaldığı evde bir gece kalan Mustafa Sungur ertesi gün oradan ayrıldı. Ayrılmadan önce Bediüzzaman kendisine 25 kuruş para gönderdi. Buradan ayrılıp Isparta’ya gitti ve buradaki talebelerle de tanışma fırsatını elde etti. Isparta’dan döndükten bir yıl sonra, Afyon dâvâsında (1948) Bediüzzaman’ın tevkif edildiğini öğrendi. Babasının imamlık yaptığı Aydın Kasaplar Köyüne gitti. Bir süre burada kaldıktan sonra Afyon’a geçti. Afyon’a geldiğinde henüz mahkeme başlamamıştı. Bu arada Bediüzzaman ve talebeleri tutuklanmış, bir süre tutuklu kalan talebelerden bazıları serbest bırakılmıştı. Mahkeme günü Bediüzzaman Hazretleri ile görüştü.

Dinî kitap okumak ve Bediüzzaman’la görüşmenin suç sayıldığı o dönemde tutuklananlar kervanına Mustafa Sungur da katıldı. O da tutuklanıp Afyon hapsine kondu. Tarihçe-i Hayat’ta bu konudan şöyle bahsedilir; “Yapılan derin ve uzun tahkikat neticesinde, birtek suç delili bulunamıyor. Fakat, ne oldu ise oldu, ne yaptılarsa yaptılar, nihayet mahkeme -güyâ kanaat-i vicdâniye ile- Bediüzzaman’a yirmi ay ve müdakkik bir âlime on sekiz ay, yirmi iki kişiye de altışar ay hüküm veriyor; diğerlerini de, “Bunlar Bediüzzaman’ı büyük bir mürşid olarak bilmişler ve içlerindeki derûnî boşluğu doldurmak için Risâle-i Nur’u okumuşlar” diye berâet veriyor; hüküm alanları da, “Bediüzzaman’ın kurduğu gizli cemiyete yardım etmişler” diye cezalandırıyor; hükmü derhal infaz edip, hepsini tevkif ediyorlar.”

Memuriyetten atılan Mustafa Sungur bir süre, tahliye edilip serbest bırakılan Bediüzzaman ve talebeleriyle birlikte kaldı. İlk defa uzun bir süre Bediüzzaman’ın yanında kalmaktaydı (1949). Bu sırada Mustafa Sungur’un babası Mehmet Efendi, memuriyetten ayrıldıktan sonra yanına gelmediği için oğlunu Bediüzzaman’a şikâyet etti. Bediüzzaman baba İmam Mehmet Efendi ile bir süre sohbet etti. Bu görüşmenin ardından Mustafa, babasının yanına gitti.

Aydın’da bir süre babasının yanında kalan Mustafa Sungur, buradan İstanbul’a geçti. Sebilürreşad’ı çıkaran ve daha önceden Bediüzzaman’a dost olan Eşref Edip’le görüştü. Akabinde köyüne geri döndü. Ailesinin yanına uğradı. Ev halkıyla helâlleşip tekrar Emirdağ’a doğru yola çıktı. Ankara’ya varınca Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki ile görüştü. Görüşmede Başkan, Bediüzzaman’dan övgü ile söz eder: “Ben dünyada Abdülmecid (Bediüzzaman’ın kardeşi) gibi âlim görmedim… Üstadın ilmi zaten hesaba girmez, vehbîdir…” Bu arada yayınlanmak üzere Risâle-i Nur takdim edilir. Ancak, yayınlatma işi gerçekleşmez.

Mustafa Sungur, Bediüzzaman’ın verdiği görev ve hizmetleri yerine getirmeye başladı. Bu gaye ile çeşitli yerlere gönderildi. Emirdağ ve Ankara arasında gidip geldi. Bu arada Danıştay’da açmış bulunduğu dâvâ ile ilgili olarak bir davet alır. Bediüzzaman Hazretleri kendisini küçük bir köye muallim olarak göndermek istemediğini söyler. Kendisi de dâvâ için Ankara’ya gider. Ancak, müracaatı gecikmiş gerekçesiyle işleme konmaz. Ankara’dan eli boş olarak Emirdağ’a döner.

Bediüzzaman bir süre sonra kendisini tekrar Ankara’ya gönderir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda çalışan Osman Nuri Efendi’ye iletilmek üzere bir mektup verir. Bu görevlerin dışında daha başka bir çok alanda hizmet görür. Risâle-i Nur nüshalarının çoğaltılıp dağıtılması işinde de bulunur. Bediüzzaman, bir çok siyasî simaya da mektup yazarak talebeleriyle ulaştırır. Başbakan ve bakanlara mektuplar gönderir.

Mustafa Sungur Samsun’da neşredilen Büyük Cihad adlı gazeteye Ankara’dan yazılar gönderir. Bu yazıların neşrinden sonra dâvâ açılır ve 19 Şubat 1953 yılında tutuklanır. Bir süre Ankara’da hapis yatar. Hapisten çıktıktan sonra memleketi Eflani’ye gider. Buradan tekrar Isparta’ya Bediüzzaman’ın yanına gider. Askerlik hizmeti hariç, Bediüzzaman’ın vefatına kadar yanında kalarak hizmet eder.

Risâle-i Nur’u tanıdığından beri hizmetini devam ettiren ve ilerlemiş yaşına rağmen iman hizmetini sürdürmüş olan Mustafa Sungur’un adı Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde geçmektedir. Bediüzzaman Hazretleri 1946-58-59 yıllarında birkaç kez yazdığı vasiyetnâmesinde Mustafa Sungur’un da ismine yer vermiş, kendisi için övgü dolu ifadeler kullanmış “Sungur benim evlâd-ı mâneviyemdir” demiştir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin 1946, 1958 ve 1959’da birkaç defa yazdığı vasiyetnamelerinde adı zikredilen Mustafa Sungur’un Şerife, Ahmed Said, Muhammed Nur, Saide Nur, Aynur, Cihannur, Nurullah adında yedi çocuğu vardı. Bedüzzaman’ın vefatından sonra kendisini tamamen Risale-i Nur sohbetlerine adadı.

1954 yılından 1960’a kadar doğrudan Bediüzzaman’ın hizmetinde bulundu. Bu süre içinde Risale-i Nur’u ve hizmet düsturlarını bizzat Üstaddan ders aldı.

Rabbim ahirette beraber olmayı
nasip etsin.
Said Nursi@öne çıkar

Kaynak:
Risaletalimhaber.com@takipçi
05. Aralık.2012
O Meraklı YOLCU

Address

Van

Telephone

+905054003000

Website

Alerts

Be the first to know and let us send you an email when O Meraklı YOLCU posts news and promotions. Your email address will not be used for any other purpose, and you can unsubscribe at any time.

Contact The Business

Send a message to O Meraklı YOLCU:

Videos

Share


Other Digital creator in Van

Show All